30 Kasım 2012 Cuma

Doğanın Vahşi Bebekleri

O  kadar küçüktü ki rahatlıkla avcumun içine sığabilirdi. İri gözlerini sonuna kadar açmış etrafına bakınıyordu. Vücudunun üzeri beyaz beneklerle kaplı, burnu ıslaktı. Bacakları ise küçük parmağım kalınlığında idi. Elimi çekinerek uzattım, usulca dokundum, okşadım. Kağıt kalınlığındaki kulaklarını elledim. 1995 yılında Artvin’de ormanda dolaşan köylüler buldukları bu karaca yavrusunu almışlar ve daha sonra yabancı bir turiste satmaya çalışmışlardı. Biz onları gördüğümüzde resmi görevliler yavru karacaya el koyarak koruma altına alıyorlardı. Hayatımda ilk kez evcil olmayan hayvan yavrusu görüyordum.

 
İçimdeki vahşi yaşam merakı beni Küre Dağları’na sürüklemişti. Kastamonu’da Cide ormanlarında haftalarca elik (karaca) görme umuduyla dolaşmıştım. Ormanlardaki çalılık arazilerde yavrulayan anne karacaların yavrularından uzakta durduklarını ve bu suretle kurt gibi yırtıcıların dikkatlerini yavrudan uzaklaştırdıklarını biliyordum. Üzerindeki beneklerin yardımıyla kolayca kamufle olabilen yavru, bir çalının altına girerek kıpırdamadan yerde yatıyor ve annesiyle ses çıkararak iletişim kuruyordu. Mesela ciyaklama “acıktım” anlamına geliyordu. Bütün bunları İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Araştırma Görevlisi Vedat Beşkardeşler anlatmıştı. Uzun uğraşılar sonucunda tek yavrulu bir anneyi izleme imkânı bulabilmiştim. Ne kadar da ürkektiler. Besin zincirindeki görevleri otu ete çevirmek olan tüm ot oburlar hayatları boyunca kurt, vaşak gibi et oburlardan kaçacaklardı. Yavru karaca böyle bir hayata merhaba demişti.




İLK DERS: “İNSANLAR TEHLİKELİDİR”
TRT ile Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nün (DKMP) birlikte yaptığı ‘Bozkırın Çocukları: Anadolu Yaban Koyunu’ belgeseli çalışmaları sırasında, 2006 yılının Mayısı’nda kulübelerden gözlemler yapmıştık. Yavrulama sahasının tamamına yakınını gözlüyor olmamıza rağmen bir kez bile doğum görememiştik. Doğumu yaklaşan dişi, sürüden ayrılıp bir kuru dere yatağında veya kaya gölgesinde doğuruyordu. Yavru doğumdan hemen sonra annesi ile birlikte koşabilir hale geliyordu. Ortalık birkaç gün sonra yaban koyunu yavruları ile doluydu. Renkleri ise sarıydı, çünkü bozkır ilk sıcaklarla birlikte sararacaktı.

Yavrular annesini emmek, yürümek gibi bilgilere sahip olarak doğarlar. Ancak nelerin yenilip yenilmeyeceği, kimlerin düşman veya zararsız olduğu gibi bilgileri sonradan öğrenirler. Bir keresinde yavrulu yaban koyunlarının geçiş yerlerinde bir kayanın boşluğuna gün ağarmadan girerek saklanmıştım. Yavrulu grup geldiğinde güneş biraz yükselmişti. Bir taraftan otluyor, diğer taraftan da yavaşça ilerliyorlardı. Yavrular annelerinden 10-15 metre kadar uzaklaşıyor, sonra tekrar gelip annelerinin gölgelerinde dinleniyorlardı. Bir yavru annesinden uzaklaşıp bulunduğum yere yaklaşınca beni gördü. Merakla bakarak biraz daha yaklaştı. Bu sırada annesi olayı fark etti ve birkaç kez meledi. Yavru oralı olmadı. Bunun üzerine anne geldi ve yavrusunu götürdü. Bugünkü derslerinin konusu “İnsanlar tehlikelidir” idi. Akşam konuştuğumuz yönetmen Ece Soydam “Tüm derslerden geçmeleri gerekir. Yoksa tükenirler” diyordu.

KAYIP GEYİK YAVRUSU
Bolu’nun Seben ilçesinde bir çoban ormanda bulduğu geyik yavrusunu annesini kaybettiği düşüncesiyle eve getirmişti. Hâlbuki anne geyik oralarda bir yerde idi. Daha sonra konu DKMP’ye intikal etmişti. Doğa Derneği Memeli Araştırmaları Koordinatörü Özgün Emre Can’a sorduğumuzda “Bulunduğu yere bırakılması halinde annesini bulma ihtimali var” cevabını aldık. Annesi onu hâlâ arıyor olmalıydı. Geçen 3-4 gün fazla bir süre değildi. Onu doğada alındığı yere bıraktık. Güneyde Urfa bozkırlarında da benzer şeyler yaşanıyordu. Yavru toplama, kaçak avcılık ve yaşam alanlarının daralması gibi problemler birleşince türün ülkemizdeki varlığı tehlikeye girmişti. Urfa DKMP’nin koruma çalışmaları sonucunda doğal alanlarda kalan son birkaç gruptaki sayı artmıştı. 2006 yılında Ceylanpınar üretme çiftliğinden yapılan takviyeler ile Urfa bozkırları yine ceylan yavruları ile şenlenecek gibi gözüküyor.





AİLESİNİ BEKLEYEN KARA AKBABA YAVRUSU
Yiyecek aramaya giden anne-babası üç gündür gelmemişti. TRT’nin DKMP ile birlikte yaptığı diğer belgesel ‘Dev Kanatlar: Kara Akbaba’ çalışmaları esnasında gözetlediğimiz yuvadaki yavru, gökte gördüğü her uçan şeyi onlar sanıyordu. Tüylerini kabartarak ve kanatlarını açarak şekil değiştiriyor sevincini belli ediyordu. Onlar olmadığını anlayınca tekrar durgunlaşıyor, gözlemeye devam ediyordu. Henüz gücünü yitirmemişti, ancak çok acıkmış olmalıydı. Aniden dağın ardından gelen ebeveynini gören yavrunun yiyecek isteyen çığlıkları ormanı doldurdu. Yuvaya konunca da ayaklarını kanatlarını gagalıyor, çığlık çığlığa yalvarıyordu. Ebeveyn kursağındaki yiyecekleri direkt olarak yavrunun ağzına kusarak onu doyurdu. Sonra yiyecek aramak üzere tekrar uçtu. Dağlarda geyik, karaca, tavşan azaldığı için işleri zordu. Domuz ölüleri ve şehir çöplüklerindeki artıklardan besleniyorlardı.

Kastamonu da, Cide ormanlarının derinliklerinde aylarca dolaşmama rağmen sadece bir kez ayı ile karşılaşmıştım. Benden korkarak süratle kaçmıştı. Yavrulu annelerle karşılaşmak ise tehlikeli olabilmekteydi. Ancak çözümü bulmuştuk. Gürültü yaparak ilerliyorduk ve anne ayıya yavrularıyla birlikte uzaklaşma fırsatı sağlıyorduk. Kasım ayı civarında inine giren anne ayı, yavrusunu kış uykusu esnasında doğurur. Baharla birlikte yavruları ile birlikte inden çıkar. Artık 2-3 yıl sürecek olan eğitim dönemi başlamıştır. Dönem sonunda anne ile çiftleşmeye gelen erkek ayıdan korkan yavrular artık hayata kendi başlarına devam ederler.
Konya’da birlikte gözlem yaptığımız Ö. Emre Can “Dişi kurtlar yerde kazılmış in ya da mağaralarda doğurduğu yavrularını 8-10 hafta hiç dışarı çıkarmaz. İlk üç hafta kendisi de yuvadan ayrılmaz. Yavrular avlanma esnasında uygulayacakları planları ve hileleri sürünün içerisinde 2-3 yılda ancak öğrenirler” diyor.

Bozkırda gün açmış, sis yükselmekte idi. Yaklaşık yarım saattir seyrettiğimiz bir yaşını geçmiş iki kardeş kurt derinlerden gelen boğuk uluma sesi üzerine tepeye doğru giderek gözden kayboldular.
 
Eşimin pencereyi açıp evin bahçesine doğru seslenmesini hatırladım: “Eliif... Haydi kızım… Vakit geç oldu, artık eve gel.”
.

http://www.turkishairlines.com/tr-tr/skylife/2007/haziran/makaleler/doganin-vahsi-bebekleri.aspx

Orman Yangını-1






.
Gecenin derinliğinde üç renk vardı,
Sarı, siyah ve kırmızı.

Sırası gelen her ağaç kızıl gelinliği giyiyor ve hemen çıkarıyordu.
Sonrasında simsiyah ve çırılçıplak.

Alevlerin üzerine bir güvercin gölgesi düştü,
İki kez sağa, iki kez sola ve sonra ölüme doğru kanat çırptı.

Yangının hırıltı - uğultusuna yangıncıların haykırışları karışıyor,
“ Vurun “ diyorlardı.

Sabah olduğunda güneş, renklerin olmadığı bir dünyayı aydınlatacaktı.
.
.
.
http://vimeo.com/40829947
.
.
Aykut İNCE

İzmir
Ağustos 2012

29 Kasım 2012 Perşembe

Kudüs



 



 
İnanıyordum tabii ki Hz. İbrahim’e, Hz. Musa’ya, hükümdar-peygamber
Hz. Davud’a, Beytülmakdis’i inşa eden oğlu Hz. Süleyman’a, Hz.
Meryem’e, Hz. İsa’ya ve buradan Miraç’a çıkan Hz. Muhammed’e. Ancak
Kudüs sokaklarında dolaşmaya başladığım anda onlar ve yaşadıkları benim
için hikâyeden sıyrılıp gerçeğe dönüşüverdiler.
 
İslâm Peygamberinin Miraç yolculuğu sırasında geçtiğine inanılan
Kadim Aksa’nın taş koridorlarında iken Kur’an okumasını istediğim görevlinin
dudaklarından İsra Suresi’nin ilk ayetleri dökülmüştü; “Kulunu
bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i
Aksa’ya götüren O Allah pek yücedir...”
 
Hristiyan hacılarla birlikte “Elemli Yol” boyunca yürürken yerdeki taşlarda
derin izler gördüm, gözyaşının oyduğu... Bulutların beyazını, göklerin
lacivert derinliğini fark ettim ve yeryüzünün Hz. İsa’sız kaldığı anda
ki siyahlığını. Kıyamet Kilisesi’nin loş koridorlarında gece boyu inancın
fotoğrafını ararken, üstümüze kilitlenen dış kapının tokmağındaki Osmanlıca
yazıyı düşündüm.
 
Yahudilerin üç bin yıllık geçmişin muhteşem hatırasına ağladıkları,
Beytülmakdis’in yeniden inşası için dua ettikleri Ağlama Duvarı’nı seyrederken
hemen ilerisindeki Kubbetüssahra’nın altın kubbesi akşam güneşi
altında ışıl ışıl parlıyordu... Bu tabloyu az ötemde seyreden yaşlı Yahudi’nin
fotoğrafında kıskançlık vardı; duvarın önünde her geçen dakika artan kalabalığın uğultusuna karışan Şabat şarkılarında ise hüzün…

 
Kudüs sokaklarının asker zoruyla boşaltıldığı bir akşam, Aksa’nın kapılarını
döven radikal Yahudilerin yüzlerinde nefreti gördüm; Mescid-i
Aksa’nın yıkılıp yerine Kutsal Tapınak’ın kurulması arzusuyla marşlar
söylüyorlardı. Tam ortalarında iken “Arap mısın sen?” diye soranlara verdiğim
“Hayır, Türküm!” cevabımda nefret ateşini söndüren sihirli bir iksir
olduğunu gördüm, tek kelime söylemeden çekip gidenlerin “Öyleyse başka!”
diyen bakışlarında...
 
El-Halil’de selâm verip yol sorduğum Arap gençlerin bakışları kuşku
doluydu. O an fark ettim “ Aykut “ ismine yabancı olduklarını. Oysa bu
coğrafyada benzer isimler Malazgirt Savaşından çok daha önce duyulmaya
başlamamış mıydı? Afşin, Tolun, Baybars, Kansu, Börktekin, Tenkiz ve
Berke Hanlar benden çok önce gelmemiş miydi bu topraklara? Hele Çiçek
Hatun; bin yıl önce çöken Kubbetüssahra’nın kubbesindeki ilk tamiratı
yaptıran halife eşi Türk kadını… Niçin hatırlanmaz burada?
 
Bu sokaklarda unutulmuştur da Osmanlı’nın mirasının üstünde yükselen
Türkiye’min sokaklarında hatırlanır mı? Kaç Türk genci bilir atalarımızın
daha Anadolu’ya girmeden Kudüse gelerek bir devlet kurduklarını
ve bin yıl boyunca varlıklarını sürdürdüklerini? Ağlama Duvarının bir
kısmını Mimar Sinan’ın yaptığını, Sultan Abdülhamit’in ise ibadet için
Yahudilere tahsis ettiğini hatırlayan var mı?
 
Henüz unutulmamış şeyler de gördüm; bir tavrın bıraktığı derin izlerde.
1967’de Kudüs işgal edilip de Kubbetüssahra’ya İsrail bayrağı çekilince,
zamanın Türk büyükelçisinin, “İndirmezseniz bu bir savaş sebebidir!” civanmertliğinin nasıl minnet, hayranlık ve sevgi dolu bir bakışa dönüştüğünü
gördüm. Filistinli bakkalın aktardığı olay belki hayaldi, ama fotoğraf gerçekti.
.
.
Aykut İNCE


Ekim-Kasım 2008-Kudüs
.NOT: Yukarıdaki metin Timaş Yayınlarınca basılan "Kutsallığın Başkenti:Kudüs " isimli kitaba yazdığım önsözden alıntılanmıştır. 
 

28 Kasım 2012 Çarşamba

Yangın Helikopteri-1

 
 




.
Şafağın hemen sonrasında havadaydılar.
.
Bıkmadan usanmadan.
.
Cehenneme su attılar.
.
.
4 Eylül 2012 - Adapazarı





Küre Dağlarına Mektup-1

 
 
 
.
Sana; adının Küre olduğu ve Milli Park yapılacağından habersizken tutulmuştum.
.
Fotoğrafla henüz tanıştığım 1997 yılı başlarında memuriyetimin gereği Cide'de iken yalçın duvarlarını uzaktan seyrederdim.
.
Benim için Kaf Dağı gibiydin. “Bilinmez ve uzak”
.
Senin derinliklerinde neler olduğu sorusu beni sürekli rahatsız etti.
.
Ormanlarında karaca görmek için veya ay doğarken çekim yapmak için deli gibi dolanıp durdum yıllarca.
.
En az bilinen yerinin Valla Kanyonu olduğunu duyup  “görmeliyim”  dediğimde ise yıl 1999’du.
.
Yerel rehberlerin yardımıyla 6 Km’lik kısmını görüp fotoğrafladığımda ise takvimler Ağustos 2000’i gösteriyordu.
.
1000 m. derinliğindeki kanyonun dibinde mağarada gecelediğimizde kulağıma fısıldamış ve “Gel” demiştin.
.
Mutlak Koruma Zonunun fotoğrafını çekebileceğim noktayı bulmak ise yıllarımı almıştı.
.
2004 de yukardaki bu fotoğrafı çekerken sen ve ben yapayalnızdık.
.
Ne kadar da güzeldin ve ellenmemiş.
.
İnan ben hep o andayım ve gözlerim ıslak.
.
Bana sunduğun o özel anları fotoğraflamalı mıydım yoksa sadece yaşamalı mı?
.
Şimdi seni Panpark yaptılar.
.
Bu suretle adını daha çok insan duydu-duyacak.
.
Ama seni tanıyan o kadar az ki.
.
Lütfen sırlarını ve özel anlarını sana en çok layık olana sun.
.
O ben olmasam da…
.
.
6 Ekim 2012-Adapazarı
 
 
 


27 Kasım 2012 Salı

Boş Çizmeler

 
 
Murgul Bakır Fabrikası-Artvin
 
 
 
 




 .
Bugünden yarına kalan şeydir hikaye.
.
Kimisi anlatılmış.
.
Bu çizmenin içinde yaşam mücadelesi verdi meçhul insan.
.
Asit soludu ekmeğini kazanırken.
.
Akşam evinde çocuğunun başını okşarken ve de eşine kırık bakarken ter kokuyordu.
.
Muhtemelen erken öldü.
.
Geride onun hikayesini anlatan tek şey kaldı;
.
Çizmeleri...
.
.
Kasım 2012 Adapazarı
 




26 Kasım 2012 Pazartesi

En Büyük Asker

Kastamonu. Ekim 2006
Serin hatta soğuk bir gece yarısı.
Şehirlerarası terminal nedense çok sakin.
Arada bir açılıp kapanan otomatik kapı sesinden başka ses yok. Çığırtkanlar bile susmuş.
Hareket saati gelmiş olan otobüsün önünde kasketli bir yaşlı adam elinde sigara kıpırdamadan durmakta. 4-5 günlük sakalına beyazlar hakim.
Adamın az ötesinde yaşlı bir kadın ellerini kavuşturmuş beklemekte. Mavili beyazlı plastikten örme bir çanta önünde yerde durmakta.
Genç bir çift ise birbirine sarılmış vaziyette. Uzun boylu ve iri yapılı genç kısa ve cılız genç kadının başını sıkı sıkı göğsüne bastırmakta.

Çalışan motor  ve sonrasında kapanan bagaj kapağı ortamın sessizliğini bozdu.
Muavin "Aşağıda yolcu kalmasın" diye seslendiğinde genç adam hıçkırarak ağlamaya başladı.
Yaşlı kadın başını hafifçe genç çifte çevirdi.
Yaşlı adam son bir nefes çektiği sigarasını yere attı ve yavaş adımlarla ilerleyerek genç adamı kadından koparırcasına çekti.
Sonra otobüsün merdivenlerinden içeri doğru zorla itti, etrafına ürkek ürkek baktıktan sonra alkışlamaya ve bağırmaya başladı.
 "En Büyük Asker Bizim Asker"
.
Neden sonra alkış sesine ikinci bir alkış karıştı...
.
.




11 Kasım 2012 Pazar

Bakırdan Sonra. Murgul.


 
Kilometrelerce uzanan vadi boyunca ot bile kalmamıştı. Köylülerin içinden geçmeye korkardık dedikleri ormanlar yok olmuş geride ise sadece toprak kalmıştı; su tutmayan, ot barındırmayan ve rengi farklı. Yaşlı adam anlatıyordu. Fabrika faaliyete geçtiğinde bir duman yürümüştü dağlara doğru. Onların bildikleri dumana hiç benzemiyen. Önce ağaçların dorukları kurumuştu. Toprak çırılçıplak ortaya çıkmış, her şey yok olup gitmişti. Renkler değişmişti. Yeşil yoktu, mavi yoktu. İçinde alabalıkların oynaştığı derenin rengi bile gri olmuştu. Eskiden dağlardan esen yeller ıhlamur, orman gülü  ve kestane kokardı. Orman havası gitmiş, yerine gelense boğazlarını yakıyordu. Yağmur suyu bile değişmişti. Eskiden ıslanmaktan zevk alırlardı. Yeni yağmurlarsa elbiselerini deliyordu.
Artvinin Murgul ilçesinde 1950 yılında faaliyete geçip 1986 yılına kadar çalışan, bu süre içerisinde atmosfere sürekli olarak sülfirik asit veren bakır işleme tesisi bütün bunların sebebi idi.
2006 yılı Mayısında Murgul'a gitmiştim. Aradan 20 yılda toprak yeniden bitki barındırmaya başlamıştı.
 
 
 Sahayı en son Orman gülleri terk etmişti. İlk gelenlerde onlardı..
Kayın, gürgen, Ladin ve Karaağaç ta gelebilecek mi idi acaba. İlçenin içinden geçen dere ise hala gri akıyor. O bir Karadeniz deresi ama gri akıyor.


 

Görüştüğüm bir yetkili “Gelecek sene atıklarımızı bu dereye atamayız. Borçka barajı devreye girecek.Barajın arkasındaki gölün rengini bozar. Yoğun tepki alırız. Hem sonra atıklarımızı atacak yerimiz var. Oraya boşaltacağız, orası bize 30 yıl yeter. Barajın bitmesini bekliyoruz.” demişti. Neden şimdi yapmazdı ki. Madem 30 yıl yeterdi niye 30 yıl önce oraya depolamaya başlamamışlardı ki. Öncekilerde benzer mantıkla gökyüzüne asit salmıştılar.

 Söyledikleri hep aynı idi. Biz yaparız.
 Bu gün 19 Mayıs  2006 Gençlik ve Spor bayramı törenleri yapılıyor. Gri akan derenin kenarındayım. Karşı kıyıdaki duvarın arkasında bulunan futbol sahasını çevreleyen tel kafesin üzerinde Türk bayrakları var. Tribünler dolmuş, protokol yerini almıştı. Öğrenciler ise marş söylüyorlardı.



 
Bu gök deniz nerede var,
Nerede bu dağlar taşlar. 
Bu ağaçlar güzel kuşlar, 
Yürüyelim arkadaşlar....
.

.
Mayıs-2006
Murgul

İhtiyar Adam

Baharın ilk günleri olmasına rağmen oldukça sıcak bir gün. Sinop'un Sarısu köyü. Havada en ufak bir esinti yok. Sadece vızıldayan sinekleri duyabiliyorum. Köyün meydanında ortada çok da büyük olmayan bir ağaç altında oturmakta olan ihtiyar adama gölge yapmakta. Ağaç dalından yapılma bastonuna dayanmış şekilde öylece duruyordu. İlerideki ahşap evin üst katında camın arkasında orta yaşlarda bir kadın ihtiyar adama arada bir bakmakta. İhtiyar adamın yanına varıp selam verdiğimde hiç kıpırdamadı. Selamımı alıp almadığından emin değilim.

Yüzü solmuş, saçları ve hafif uzamış sakalları ıslak gibiydi. Ellerinin üzerinde mavi renkli damarları kalınlaşmış, kemiklerine yapışmış gibi duran derisi kuru ve çatlak çatlaktı. Tırnakları kalın ve tümsek gibiydi. Burnunun üzerinde ve yüzünde bir dolu siyah nokta vardı. Sıcağa rağmen giydiği ceketi kırışık ama temizdi. Giysilerinin içinde kaybolmuş gibiydi. Ayaklarında kara lastik ve oldukça kalın bir çorap vardı. Kafasındaki takke sanki yıllardır orda idi. Ellerini bastonunun üstünde,  gözlerini ayaklarının hemen önüne dikmişti.

Neden sonra kıpırdadı ve hırıltıya yakın bir sesle " Torpak çağırıyor evlat" dedi.
.
Derinlerden bir dalga sesi geldi. Deniz bu kadar yakınmıydı?
.
.
Aykut İnce
Sinop-1999

Kim Tutar Beni

Benden içinde bilgisayar hizmeti olan bir iş isteyenler aşağıdaki yaşanmışlığı bilmeliler.
.
1992 sonlarıydı. Düzce’de Orman Ürünleri Kurumuna ait kurutma fırınının sorumlusu iken Üniversitenin Ağaç İşleri Bölümünden bir öğrenci gurubu gelmişti.
Onlara dikili haldeki bir ağacın yere döşenmiş bir parke olana kadar geçen süreçte bünyesindeki suyun başına neler geldiğini anlatmıştım. Su ile ağaç arasındaki fiziksel ve kimyasal bağlardan bahsettim. Çok da mutlu olmuştum. Ne de olsa konuma hakimdim ve anlatma biçimimden de iyiydi. O sırada öğrencinin biri bir soru sordu. “ Kurutma fırınını kim yönetiyor? ” Cevap olarak “Bilgisayar “ dedim. Sorunun devamı geldi. Virüslere karşı ne tedbir alıyorsunuz ? Kalakalmıştım. İlk kez –virüs- diye bir şey duyuyordum. Bir cevap vermeliydim. Ben ki onca şey anlatmıştım onlara bir -virüs- ümü bilemeyecektim… “İlaçlıyoruz” deyiverdim. Öğretim görevlisi eğildi ve kulağıma “O virüs senin bildiğin virüslerden değil” dediğinde kafamdan aşağıya sıcak su döküldü.

Evet. Dünyadan uzak kalmıştım. Farkı kapatmalıydım.
İlk fırsatta gidip bilgisayar almalıydım. 2000 mark verdim ve 370 MB harddiski olan bir 386 DX40 aldım.
Artık kim tutar beni.
Bana gerekli olan programları öğrendim. Artık yanımda bilgisayar üzerine yapılan konuşmalardan anlıyordum. Aradan zaman geçmiş internet çağı başlamıştı. Eldeki bilgisayarın bu işe yetmediğini söylediler. 1999 yılı sonlarındaki bir kampanyada “veezy” ile uçtum.

Artık kim tutardı beni.
36 ay 33 USD taksit kolay ödenir demiştim ki 666 tl olan USD 1700 e geldi.

Hayatımın bundan sonraki kısmı kredi kartlarıyla boğuşmakla geçecekti.
Eski bilgisayarımı bir ilkokula hediye etmiştim.

Bu arada fotoğrafla da uğraşmaya başlamış fotoğraflarımı tarayarak bilgisayarda arşivlemeye çalışıyordum. Bu ise CD yazıcı gerektiriyordu. Hemen taktırdım. Ayrıca hardisk kapasitesi ni yükselttim.
2005 yılıydı dijital fotoğraf makinesi çıkınca arşivlemede CD yetersiz kalmaya başlamıştı.

Hemen bir bilgisayarcıya gittim ve kredi kartıyla 1300 USD ye yeni bir bilgisayar aldım. DVD yazıcım bile vardı.
Artık kim tutardı beni.

Ancak ev CD-DVD dolmuştu. Hanım bunlara bakıp "Paraların nereye gittiğini sormaya gerek yok" diyordu.
Eski bilgisayarım ise evde bir köşede duruyordu. Hanım ikide bir "Ev mi çöplük mü belli değil" diye söyleniyordu.

Bir gün bilgisayarım yok diyen birine “Gel al” deyiverdim. Hanımın dilinden kurtulacaktım. Eski bilgisayarımı  verdiğim kişi onu almaya arabası ile geldi. Özenle bagajına koydu ve gitti. Arkasından bakakaldım. Onun artık bilgisayarı da vardı. Benimse arabam yıllardır yoktu ve olmayacaktı.
2007 yılı baharında fotoğraf seyahatleri sıklaşmıştı ve taşınabilir bir bilgisayara ihtiyaç duymaya başlamıştım. Param gene yoktu ama olsun kredi kartım vardı. Asgarisini ödemekte zorlandığım kartımın limiti yeni yükseltilmişti. Onu hemen doldurdum. 2300 TL'ye bir diz üstü aldım.

Haziran 2009 da oğlum dedi ki "Baba yükseltmeliyiz" Tamam dedim ama bu bana 400 tl ye mal oldu.

Bu gün yani 2 Ağustos 2009 ve gene kaşınmaktayım.
4 GB RAM i olan bir dizüstü aldım mıydı var ya…

Artık kim tutar beni…
.
.
Şu an Ekim 2012.
Oğlum Mehmet Dursun Bilgisayar Mühendisliği okumakta ve geçenlerde çalıştığı firma adına Microsoft -Tr  ofisinde -Virüs- lerle ilgili bir sunum yaptı. 
Sahip olduğumuz oyuncaklar ise :  iki Notebook, bir Masaüstü, iki Dizüstü, bir tablet PC.

Artık kim tutar bizi...
.
.
.
17 Ekim 2014 Cuma
.
Oğlum mezun oldu. Bir firmada güvenlik uzmanı olarak çalışmakta.
Onunla yapılmış bir TV haberi...
http://www.youtube.com/watch?v=VrB6406Ggow
..