ŞAŞAL
Ortalık savaş meydanı gibiydi... Akşam henüz
inmişti. İzmir’de Şaşal köyü yakınlarında alevler
asfalta kadar inmiş, yol kenarındaki evlerin çevresini tutuşturmuştu. Bir adam,
evinin önünde kamyonete
bir şeyler yüklemeye çalışıyordu. Korna ve siren sesleri kulakları
tırmalıyordu. Dört saat önce yaklaşık 5 kilometre kuzeyde çıkan yangın,
kuzeyden esen rüzgârın da etkisiyle atlayarak ilerlemiş, arada kalan yeşil
alanları tamamen yakmadan üç saatte buraya kadar gelmişti. Rüzgâr, ağaçların
gövdelerinden kolayca ayrılan kabuk parçalarını, sandal ağacı gibi bazı
türlerin yapraklarını, hafif ancak uzun otları, yanar halde uzağa taşıyabiliyordu.
Yangını enerji nakil hattından sıçrayan bir kıvılcım başlatmıştı. Ama şu anda
bunun önemi yoktu. Ormanı ve köyü yanmaktan kurtarmak gerekiyordu...
Olanların
ortasındaydım; yangının yanı başında...
Bir
yıldır izlediğim onlarca orman yangınından biriydi.
Ve yangınla mücadele eden ekiplerle birlikte ben de, geceyi kırmızıya boyayan
alevlerin ne
tür oyunlar oynayacağını merak ediyordum. Jandarma astsubayı elindeki telsizden gelen emirleri
dikkatle dinliyor, sonra erlere seslenerek onlardan yangını görme merakıyla
duranların tıkadığı yolu
açmalarını istiyordu. Köylüler panik içinde, evlerini ve eşyalarını kurtarmaya çalışıyordu.
Bir köylü, arazöze tırmanmış “evim yanacak” diye bağırıyordu. Yangın söndürme ekibi
ise hangi eve müdahale edeceğini şaşırmıştı. Alevler, köy içinde yere iniyor,
tarlada dolaşıyor ya da bir samanlık bulup çatıya çıkıyordu. Evlerle orman iç
içeydi ve yangına karşı hiç bir tedbir alınmamıştı. Bir süre sonra yol kapandı,
arazözler dozerlerin peşi sıra yangını durdurmak üzere, yeni açılan yolda
ilerlemeye başladı. Çaresizlik içinde köyü terk edenler, daha sonra geri
döndüklerinde birkaç evin kısmen yandığını görecekti. Onlar, yangın sonrası eve
döndüğünde kömür karası eşyaları ve ölmüş hayvanlarıyla karşılaşan köylülerden
daha şanslıydı. Ama yangının seyri ile ilgili haberler pek iyi değildi. Dört
saatte 5 kilometrelik bir mesafeyi kat etmiş, doğu sınırında Menderes–Gümüldür
yolunun kenarında durmuştu. Ama güneyde bir tepenin yamacında, sarp kayalık bir
kesimde devam ediyordu. Bölge Müdürü İbrahim Çiftçi, alanı gündüzhelikopterle
sürekli gezmiş; yangının gidişatını değerlendiriyordu. Karanlıkla birlikte
düşen sıcaklık, yükselen
nem ve dinmiş rüzgârın da etkisiyle yavaşlayan yangın “uykuya” geçmiş, bunu
fırsat bilen kuzeydeki ekipler gece boyunca çalışmışlardı. Ama güneşin
yükselmesiyle yangın yeniden canlanacaktı...
Bir
işçi yangın söndürmek için bu uyku halini fırsat bildiklerini anlatıyor, “Saat
10’a kadar ne yaptın, yaptın... güneş yükselince yangınla baş edemezsin”
diyordu. Güneyde ise ormanın güçlü olmadığı taşlık, kayalık sarp bir arazideki
ağaçlar yanıyordu. Dozerler sarp arazinin bittiği ve ormanın görece güçlendiği yerde
yangın şeridi açıyordu. Yangına burada müdahale edeceklerdi. İbrahim Çiftçi,
dozerlerin yol yapacakları rotayı tarif ettikten sonra 12 saattir çalışmakta
olan ekiplere telsizle seslendi: “Dozerler hariç güneydeki bütün ekipler
dinlenin. Sabah 5’te vuracağız”. Bu sözleri söylediğinde saat 03.00’ü
gösteriyordu. Ortalık ağırırken alevler, dozerlerin açtığı yolda mevzilenen arazözlere
yaklaşmıştı. Ekip için alevlerin işini bitirmek
zor olmadı... Ancak batı yakada alevler o kadar kolay pes etmedi. Sabahın çok
erken saatlerinde Genel Müdür Osman Kahveci ve Koruma Daire Başkanı Nurettin Doğan
helikopterle alana geldi. Sahayı havadan gözlemlemişlerdi. Gece boyu çalışan
dozerler tüm sahada kilometrelerce yol yapmış ancak arazideki sarp yerlere
ulaşamamışlardı. Helikopterler ise sabahın ilk ışıkları ile duman çıkan yerleri
“suyla dövdüler”. Çünkü güneş yükseldiğinde duman çıkan yerlerde alevlenme
başlardı. Ancak helikopterlerin çabası
yeterli olmadı. Sarp yerlerdeki dumanlar önce küçük, sonra büyük alevlere
dönüştü.
3 kilometre uzaklıktaki
göletten her defasında 2,5 ton su alan helikopterlerin çalışması boşa gitmişti.
Oysa göletin uzaklığı
bu tür söndürme işlerinde ideal uzaklık olan 5 km’den daha yakındı... Saat
ücreti 8 bin doları bulan helikopterler yangın başladığında ilk müdahalenin
yapılmasında çok önemli. Bir yangın helikopteri “kalk” emri verildiği andan
itibaren 7 dakika içinde havalanmak zorunda. Yoksa 10 bin dolara varan cezalar
kesiliyor. 20 metreye kadar yükselebilen alevlerin büyümesine engel olmaya
çalışan helikopterler, tepe yangınını yere indirecek atışlar yapıyor. Ama
yangını söndürmek helikopterlerin değil, yer ekiplerinin işi. Zaten yangın
söndürme ekipleri de “Savaşı her zaman piyade kazanır” diyor. Öğle saatlerinde
yangın batıya yönelmişti. Önünde uçsuz bucaksız ormanlar vardı. Yangını
durdurmak için hat oluşturulurken rüzgâr ilginç bir şekilde yön değiştirdi ve
ateşi yanık yerlere doğru sürdü. Bu da onun sonu oldu. Yakacak şey bulamayınca devam
edemedi. Bu olanağı değerlendiren yangın söndürme ekipleri rüzgâr tekrar
dönmeden ateşin başına çöküp (helikopter ve arazözler ile su sıkıp) işini
bitirdiler. Tüm ekipler yorgun ama mutluydu. İçlerinden biri, “Rüzgâr bazen
bizden yana davranır” dedi. Ama yangın her an geri gelebilirdi. Bölge Müdürü Çiftçi, “Şimdi soğutacağız” dedi. Soğutma çalışmasının ilk aşamasında yanan alanın
sınırından içeriye doğru 50 metre genişliğinde bir şeridi –adeta yıkayarak–
soğutacaklar, sonra alanın tamamında çalışıp
sınırlarında 15 gün nöbet tutacaklardı. 2004 Marmaris yangınında yaşananlar
tekrarlanmamalıydı. Yangın bitmiş
soğutma çalışmalarına başlanmıştı. Ancak ertesi gün yangın patlamış (yeniden başlamış)
ve 2000 hektar orman yanmıştı. Muhtemelen kökler yoluyla yeraltından ilerleyen
ateş, emniyet şeridinin dışına taşınmıştı. İzmir yangını bu mevsim izlediğim ne
ilk ne de son yangındı. 2008 yılında Türkiye’de çıkan orman yangınlarının
sayısında geçtiğimiz yıla oranla ciddi bir azalma var. 2007 yılında, 10 Eylül
tarihine kadar 2 bin 302 orman yangını yaşanırken, 2008 yılının 10 Eylül
tarihine kadar yaşanan orman yangınlarının sayısı bin 733. Ancak asıl sorun
yanan orman alanındaki ciddi artış. 2007’de yanan orman alanı 11 bin 664 hektar
iken, 2008’in dokuzuncu ayın-da, 2007 yılının 3 katına yakın orman alanı (28
bin 977 hektar)
yanmış durumda. Orman Koruma Ve Yangınla Mücadele Dairesi Başkan Nurettin
Doğan, “İstatistikler sadece yanan alanı gösterir. Kurtarılanları değil,”
diyor. Ve yangının çıkmasını önlemenin ve bilinçlendirme çalışmalarının önemine
dikkat çekiyor: “Özellikle genç ormanlardaki yanıcı madde miktarı azaltılmalı. Gerek ağaçlandırma sahaları gerekse yangın sonrası kurulan ormanların yangına
dayanıklı olmasını
sağlayacağız. Doğal örtüsü maki olan 0–300 rakımdaki kızılçam ağırlıklı
ormanlarda da dönüşümün
sağlanması gerekiyor. Çünkü yangınların yüzde 85’i buralarda çıkıyor.” Doğan,
bu sözleri söyledikten
sonra kaçınılmaz gerçeği hatırlatmadan edemiyor: “Ama tüm önlemlere rağmen
yangınlarla birlikte yaşamaya
alışmalıyız”.
İzmir yangınından bir ay önce, Ankara’da Yangın Harekat
Merkezi’nde bir yangın izlemiştim. Genel Müdür Osman Kahveci, Çanakkale’de
başlayan yangın hakkında Şube Müdürü Muammer Kol’dan bilgi alıyordu. Dev LCD
ekrandaki haritaya göre yangın bir tarlada çıkmıştı ve yakındaki büyük bir ağaçlandırma sahasını
tehdit ediyordu. Genel Müdür, helikopterin ve arazözlerin, yangın çıktıktan
sonra neler yaptığını görmek istemiş ve sistemin kurulmasında büyük emeği geçen
İlhami Aydın “elbette”
demişti. Hızlı gösterimde helikopterin yangına gelişi, havuzdan su alması ve
yangına müdahalesini
izledik. Neyse ki, bu yangın alevler –henüz tarlada iken– ekiplerin, yerden ve
havadan müdahalesi ile
durduruldu. Ancak “Tüm yangınlar başlangıçta küçüktür,” diyen Kahveci’ye göre, bu sistem
yeterli değil. “Erken müdahale dolayısı ile erken uyarı çok önemli. Yangının ne
yapabileceği önceden
kestirilmeli ve yüksek risk alanları belirlenerek tedbir alınmalı.” Orman Genel
Müdürlüğü, 400 rakımın altında yangın riskinin yüksek olduğu alanların kamera yardımı
ile izlenmesine ilişkin bir proje üzerinde çalışıyor. Akşehir, Manavgat ve
Marmaris’te denenen Bilgisayarlı Görmeye Dayalı Orman Yangını Bulma ve İzleme
Sistemi’nde kameralar ormanlık alanı tarayacak ve bilinenden farklı bir duman gördüğünde
yangın alarmı verecek. Ancak 31 Temmuz’da çıkan ve Antalya tarihinin bilinen en
büyük yangını olarak nitelenen Manavgat–Serik yangını bu sistemin görüş alanı dışındaydı...
ANTALYA
Alo 177’ye ilk ihbar 12.30’da ulaşmıştı. Yangın söndürme
görevlileri her an müdahaleye hazırdı.
Çantalarındaki el lambası, toz maskesi, acil kaçış maskesi, yangın battaniyesi,
gözlük, yanmaz kar maskesi,
tahra (dal ve çalı kesmek için kullanılan alet) ve emniyet kemerini son bir kez
kontrol ettiler.
Manavgat’ta
konuşlanmış helikopter 28 dakika sonra yangının başladığı noktaya ulaştı. Bölge
Müdür Yardımcısı Ekrem Aydemir’in havadan telsizle yönlendirdiği ekipler,
Karabük köyünün güneyinden ormana giren ama çıkışı olmayan yol boyunca, her iki
tarafa arazözlerden su sıkarak yangınla boğuşmaya başladılar. Her arazözde acil
müdahale ekibi olarak adlandırılan 5 kişi vardı. Ama kızılçam ağaçları
arazözlerin püskürttüğü suyu umursamadı bile; alevden kollar ağaçları
sarmalayıp kapkara bir hayalete dönüştürüyordu. Yangın buradan önlenemeyecekti.
Zaman kaybetmeden stratejiyi değiştirmek gerekiyordu. Yangın yönetimi “Ekipleri
derhal Karabük köyüne çekin” talimatını vermişti... Müdürün şoförü Salih Zeki
Coşkun, olanları sonradan, “Her yer duman ve ateşti. Alevlerin sıcaklığı
arabanın içini ısıtıyordu. Yolun son 40 metrelik kısmını camları kapatıp etrafı
görmeden adeta el yordamı ile geçtik” diye anlatıyor. Onu
izleyen üç arazözden en arkadakinin şoförü paniklemişti. Telsizden “geçemem”
diye bağırıyordu. Ama
ya geçecek ya da alevlerin arasında yanmayı bekleyecekti...
Sonunda geçti ve
herkes derin bir nefes aldı. Ama daha çok nefese ihtiyaçları vardı. Çünkü yangın
kontrolden çıkmıştı. Deniz seviyesinden 130 metre yükseklikte başlayan yangın,
beş saat sonra 700 rakımlı sırta tırmandı. Köprüçay Irmağı’ndan başlayan bu sırt, yol açılmasına olanak vermeyen 3 bin
hektarlık bir alanı kaplıyordu ve 30–40 metre boyunda –yukarıdan bakılınca altı
gözükmeyecek kadar sık kızılçam ağaçlarıyla kaplıydı. Bu alan kuru kuzey
rüzgârı altında yanıyordu. Yöredeki yanıcı maddenin miktarı, topoğrafya ve rüzgâr
ile yangın davranışı birlikte düşünüldüğünde yangının bu noktada önlenemeyeceği
açıktı. Ekipleri riske atmadan Akbaş–Karataş–Bucakköy’de müdahale hattı
oluşturulması gerekiyordu. Çıkmaz orman yolunu tahliye eden ekipler yangının güneyindeki
hatta gönderildi ve yeni ekipler sevk edildi. Yangının büyüyeceği tahmin
edilmiş, 9 helikopter, 2 amfibi (denizden su alabilen) uçak, 5 küçük uçak, 162
arazöz, 32 dozer, 20 su tankı, 160 teknik eleman, bin 300 işçiden oluşan ekip,
söndürme çalışmalarına
katılmıştı. Ama yangının önünde köyler de vardı. Valilik kriz merkezine, üç
köyün boşaltılması gerektiği iletildi.
Akşam saat 6 civarında, yangının
başladığı yerden kuş uçuşu 8–10 kilometre güneydeki alanlara rüzgârla taşınan
yanar haldeki kabuk parçaları tarlalardaki anızlarda ve civar ormanlarda yeni
yangınlar başlattı. İnsan yangının uzağında olduğunda alevlerin 8–10 kilometre
öteye nasıl taşınabildiğini kavraması zor, biliyorum. Böyle bir şeyi ancak
tanık olduğunuzda tam anlamıyla kavrayabiliyorsunuz. Literatürde bir kıvılcımın
rüzgârla taşınabileceği uzaklığın 30 kilometre’ye kadar çıkabileceğinin
örnekleri var. Bol yanıcı maddeye sahip orman yangınlarında –özellikle vadi
içlerinde– yetersiz oksijen nedeniyle yanma oluşmuyor, ancak yanıcı gazlar yanma
sıcaklığının üzerinde ısınmış olarak ortama birikebiliyor. Yükselen gazlar
oksijenle buluşunca yanma gerçekleşiyor. Bu sırada ormanın içinden gökyüzüne doğru
kuvvetli bir rüzgâr sütunu oluşuyor ve bu rüzgårla alevler içinden yaprak ve
kabuk parçacıkları
yukarı çıkıyor. Yanan veya kor halindeki bu parçacıklar rüzgârla birlikte çok
uzaklara taşınarak nokta yangınları
başlatabiliyor.
Antalya yangını başladığında Denizli helikopteri ile Çanakkale yangınındaydım. Yangını haber alır almaz,
gelen emirle, Denizli’den 18 kişilik ilk müdahale ekibini alarak Antalya’ya
yollandık. Helikopterden indiğimizde tarlalarda kısmi yangınlar vardı. Yangın alanına 8
kilometre uzaklıkta olmamıza rağmen, üstümüze alevlerden kurtulamamış (yanar vaziyette) ağaç
kabukları ve yapraklar yağıyordu. Bölge Müdürü Recep Kaşan, GSM operatörlerinin seyyar
istasyonlarının bir an önce devreye alınmasını istiyordu. Sahanın her yerinde
sağlıklı görüşme yapılabilmeliydi. Rüzgâr nedeniyle ortalık toz dumandı. Köyden
biri, “Buralar hep böyle eser” diyordu. Bu da durumu daha da zorlaştırıyordu.

Jandarma,
sürekli etraft aki köylerin boşaltılması yönünde çağrılar yapıyordu. “Gök
kızarmayınca ben yangına yangın demem” demişti, yangın helikopterde görevli memur
Mehmet Gökpınar. Ama sonradan tüm gökyüzü kızaracak ve bu büyüklükte bir yangın
görmediğini söyleyecekti. Yangınla başa
çıkmanın en iyi yollarından biri de kendi açtığı tuzağa düşmesini sağlamaktır.
Bu yangın da belki
dozerlerle, köylerin kuzeyinden açılacak şeritten veya daha geride köyleri de
içine alacak şekilde
asfalttan verilecek bir karşı ateşle durdurulabilirdi. Karataş köyünün
kuzeyinde karşı ateş değerlendirmesi yapılmış ama vazgeçilmişti. Çünkü alanda çok
fazla insan vardı. Ekrem Aydemir, “Ters dönecek bir rüzgârla henüz
boşaltılmamış olan köyler yanabilir ya da duman altında kalabilir. Bu kabul edilemez”
diyordu. Ateş, gece yarısına doğru kuzeyimizdeki sırtlardan aşağıya, Karataş’a
doğru dökülmeye başladı. Güneydeki sırtlarda da 20–30 metrelik alevlerin meydana
getirdiği parlamalar oluyordu. Yangın geniş bir vadiyi havadan atlamıştı.
Alevlerin sanki aklı ve gözü varmış gibi, nerede yanabilecek bir şey varsa oraya
saldırıyordu. Geceyarısından sonra Taşağıl’a gidecek bir araç buldum. Ancak
Karataş ve Macarlar’ı
geçemedik. Birbirine yakın evler meşale gibi yanıyordu. Yol kapalıydı,
döndük... TIR kasasındaki bir saatlik uykudan şafak sökerken uyandım. Rüzgâr
hâlâ çok sertti.
Karataş köyüne ulaştığımda bütün mahalle, iki ev hariç
yanmıştı. Köyden iki kişi yanarak can vermişti. Ölenlerden biri yaşlı bir
köylüydü. Söylenenlere göre, damadının bütün ısrarlarına rağmen evini terk
etmemişti... Ölüm haberi ekipleri üzüntüye boğdu. Moraller iyice bozulmuştu.
Yanmış hayvan cesetleri ortalıkta duruyordu. Yaşlı bir kadın elindeki sopayla
evinin kalıntılarını karıştırıyordu. Bahçede öbek öbek buğday yığınları vardı.
Birisi “İçi yanmamış galiba,” dedi. Bir diğeri “Burası imamın eviydi” diye
seslendi. Yaşlı çınar ağacının iri bir dalı gürültü ile yıkıldı. Saman
yığınları, odunlar, evlerin ahşap kısımları kolayca tutuşup yangını yaymıştı...
İnsanlar çok kızgındı. İçlerinden biri, “Defalarca söyledik, köy yanacak. Bir
itfaiye gelmedi” diye söyleniyordu. Köylüler kaybettiklerinin acısını
arazözdeki görevlilerden çıkarıyordu. Oysa yangın yönetimi 7 saat öncesinden olabilecekleri
hesaplamış ve öncelikle köyün kurtarılmasına değil, boşaltılmasına karar
vermişti. Bugüne kadar sivillerle birlikte pek çok yangın görevlisi de ormanla
birlikte canından olmuştu. Türkiye’de son
10 yılda orman yangınları ile mücadele çalışmalarında 39 personel yaşamını
yitirdi. Yangın süresince
Antalya merkezde lojistik destek biriminde çalışanlar arasında yer alan Orman
Yüksek Mühendisi Osman Karbay,
“Yangına gidemiyorum. Alevleri görünce Osman Çolpak gelir gözlerimin önüne,” diyor.
“Dün gibi hatırlıyorum. 21 Temmuz 1997... Düzlerçamı yangınına gitmiştik.
Alevler ters dönünce
kaçmaya başladık. Karbon monoksit solumuşum ki dizlerim beni dinlemedi.
Ormanın kıyısına
yakındım ve bir cam sera gördüm. Ulaşınca yığılmış kalmışım. Ama Osman sanırım
çalılık bir hendeğe
düştü ve kalkamadı. 6–7 metre ilerdeki su kanalına ulaşabilseydi kurtulurdu”.
Yangın
çok geniş bir alana yayılıyordu. Yangını havadan izleyip, boyutlarını daha iyi
anlamak için öğleye doğru helikoptere geçtim. Köprüçay’ın batısı yanıyordu.
Bucakköylüler evlerini boşaltıp nehir kenarındaki güvenlikli alana
taşınmışlardı. Hava kararana kadar uçtuk. Kabinde kimse konuşmadı. Susup
dehşetle yangını izlemiştik. Siyah gri bulutlar gökyüzünü kaplamıştı. Öğleden
sonra yangın Köprüçay’dan karşıya atladı. Yangının nehri geçmesi başka yerleşim
yerlerini de tehdit etmesi anlamına geliyordu. Doğuya doğru Manavgat’a ya da
kuzeye Toroslar’a kadar gidebilirdi. O gün yangın canının çektiğini yaptı. Ve
doğuya gitti... Üçüncü gün, güneş doğarken yeniden havadaydık. Bir ara aşağıya
baktığımda dar orman yollarının içerisinde arazözler ve insanlar gördüm.
Alevlere çok yakınlardı. Biraz sonra helikopterdeki denetçi Mehmet Gökpınar,
“Eyvah. Üstlerinden alev geçti” diye kaygıyla söylendi... Orman Mühendisi Edip
Atahan da o gurubun içindeydi. “Tepe üstünde şerit açıp yangını durduracaktık”
diye anlatmıştı sonradan... “Alevler çok güçlü geldi. Şeridin doğusunda panik
yaşandı. Dozerler kepçelerini ateşe doğru çevirip arkasına saklandı ve
gökyüzüne sıktıkları su ile perde oluşturarak kurtuldu.” Ancak Sağırin ve
Beşkonak köylülerinden oluşan ekip, arkaya giden ateşin tutuşturduğu ormanı güçlükle
söndürecekti. Köylüler diğer pek çok yangında olduğu gibi bu yangında da
söndürme ekiplerinin yanında yer almıştı. Orman Kanunu’na göre ormana 10
kilometre uzaklıkta yaşayanlar orman yangınlarında çalışmak zorunda. Ama
elbette onların çalışma nedeni yasal zorunluluktan çok köylerinin ve geçim
kaynaklarının yok oluşu.
Emekli Orman Yüksek Mühendisi Hüseyin Özdoğan, yangını
duyunca dayanamamış, gelmişti. 100’den çok
yangın yaşamıştı. “Ya yangına doğru koş, arkasına
geç veya yan git. Ancak arkan ormansa kesinlikle
kaçma. Duman basarsa, açık bir alan bul ve yere yat.
Yerde 10 santimetrelik hava yastığı oluşur,
kurtulursun.” diyordu. Yapılabilecek başka şeyler de vardı:
“Vadi içine girme! Orası ısınır, gaz birikir, patlar.
Yokuş yukarı kaçarsan yangın senden hızlı koşar.”
Ona göre, iyi bir yangıncının arazisini bilmesi,
rüzgârını, ağacını, yolunu ve arkadaşlarını tanıması
gerekiyordu. Rüzgârın hangi saatte döndüğünü nereden gelip ne
tarafa gittiğini bilmeliydi. Özdoğan, büyük
yangınların karşı ateş olmadan sönmeyeceğini
söylüyordu. “Rüzgâr dönmeden önce yangının içinde
dans eden, girdap yapan alevler görürsün. Ateşin
en büyük düşmanı ateştir. Yangın sana doğru
gelirken ateşi geç verirsen yanarsın, erken verirsen ona güç
katarsın. Ateşi azar azar vererek yanıcı maddeyi
azaltmakta kullanabilirsin. Ama en önemli kuralı
sakın unutma: Çıkış yolunu garantiye almadan yangına
girme.” Nurettin Doğan da bu deneyimli
mühendis ile aynı görüşteydi; tehdit altındaki Sağırin’in
etrafına dozerlerle şerit açtıktan sonra, dışarıyı
karşı ateş verip yakacaktı. Sağırin bu sayede
kurtulmuştu. Yangına yakın
bir alana ulaştığımızda alevlerin önünde
kırlangıçlar uçuyordu. Bir köylü, “Dedelerimiz anlatırdı.
Yangının attığı yanar parçaları topluyorlar” dedi. Oysa
kuşların derdi alevlerden kaçan böceklerdi. Yangın, beşinci
gün Çardakköy ve Karabucak yönündeki
şeritlerde kaldı. Karşı ateş ve şeritlerdeki direnç,
ilerlemesini durdurmuştu. Yangının doğaya maliyeti çok
yüksekti. Sadece yangını yavaşlatmak için 220 saat
uçan helikopterlerin maliyeti ise 1 milyon 760 bin
dolar idi.
Batı Akdeniz
Araştırma Enstitüsü’nden Orman Yüksek
Mühendisleri Halil Sarıbaşak ve Dr. M.Ali Başaran’ın yaptığı araştırma,
1978–1999 yılları arasında
Antalya’da çıkan yangınların yüzde 35’inin, alansal
olarak ise yüzde 48’inin Köprüçay Vadisi’nde
meydana geldiğini belirtiyor. Bunun nedeni, vadinin rüzgâr
koridoru gibi davranması, kızılçam ve makilerin
yoğun olarak bulunması, yoğun insan
faaliyetleri, arazi şekli ve yükseklik olarak açıklanıyor.
Antalya’daki yangından sonra Orman Mühendisleri
Odası (OMO) tarafından yayınlanan bildiride ise,
“Doğalgaz kullanımının yaygınlaşması ve kırsal
nüfusun azalması odun tüketimini azalttı,
ağaçlandırma ve iyileştirme çalışmaları sonucu genç ormanların
oluşması ise yanıcı madde yükünü artırdı”
deniyor.
Yanan ormanları
güvence altına alan Anayasa’nın 169. maddesinde
“...Yanan ormanların yerinde yeni orman
yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık
yapılamaz” deniyor. Yangın sonrası yanık ürün
kaldırılıyor ve saha ilk yıl sunî ya da doğal yollarla
ağaçlandırılıyor. Bölge ve türe göre farklılıklar
göstermekle birlikte 7–10 yılda fidanlar 2–3 metreye,
30–40 yılda 10–15 metreye ulaşabiliyor. Kesim çağına ya
da optimum büyüklüğe ulaşması için ise
kızılçamda 60–80 yıl, karaçamda ise 80–150 yıla
ihtiyaç var. İstanbul’daki
bir yangını izleyen, adının açıklanmasını istemeyen bir
yetkili, “Bazı yangınlara üzülmek gelmiyor
içimden” diyor. Çünkü o, zararın büyük ölçüde yanlış
ağaçlandırmadan kaynaklandığı görüşünde.
“Bütün çamları alıp yerlerine aslî ağaç türlerini
getirmemiz gerekir” diye ekliyor. Osman Kahveci
ise yanan alanlarda yapılacak ağaçlandırma
çalışmalarında yeni bir anlayış getirileceğini
söylüyor: “Bu
yıl Antalya ve Mersin’de çıkan orman yangınları
sonrası ağaçlandırma çalışmalarının, ormanın ekolojik
ve sosyal boyutları ile yörenin
özelliklerini de göz önünde tutan yeni bir anlayışla
projelendirilmesine ve bu çerçevede yeni ormanlar
kurulmasına karar verdik”.
İTÜ Uydu
Haberleşmesi ve Uzaktan Algılama Merkezi’nin
(UHUZAM) Eş–yöneticisi Prof.Dr. Filiz Sunar,
Türkiye’de orman kaynaklarının zengin flora ve
faunasının korunması, geliştirilmesi, yangınların yol açtığı
zararlara karşı önlemlerin alınması ve bölgesel ya
da lokal planlama yapılabilmesi için ilgili
Bakanlık veya Afet Yönetim merkezlerinin eylem
planlarının
yeniden değerlendirilmesi gerektiği görüşünde. Sunar, uydu görüntüsü ile
yersel verilere dayalı erken uyarı sistemini de içine alan
operasyonel ulusal Orman Yangını İzleme
Sistemi’nin acilen kurulması gerektiğini söylüyor.
“Klimatolojik, meteorolojik ve jeomorfolojik veriler ile
farklı uydu sistemlerinden alınan uydu görüntüleri
yardımıyla yangının her safhasında sürekli
izlenerek yayılması önlenebilir ve olası yıkıcı etkileri
azaltılabilir”.
OMO da orman
yangınlarını azaltmak için bir dizi öneri
sıralıyor: “Önemli alanlarda enerji nakil hatları yer
altına alınmalı, yol ağı genişletilmeli, yer
ekipleri orman
köylüleri işe alınarak güçlendirilmeli, modern yönetim
teknikleri uygulanmalı, rakamlar düşük
gösterilmemeli, helikopter sayısı artırılmalı,
yerleşim
alanlarında ve yol kenarlarında yangına dayanıklı
türlerden kuşaklar oluşturulmalı”.
Yangın sezonu
haziranda başlayıp, ekim sonuna kadar devam etse
de iklim değişikliği ve kuraklığın etkisiyle yangın
sezonu dışında tahripkâr yangınların görülmesi artık
olağandışı sayılmıyor. Türkiye’de
yangınların çıkış nedenleri şöyle sıralanıyor: %58 ihmal,
dikkatsizlik ve kaza, %13 kasıt, %8 yıldırım;
%21’inin ise nedeni bilinmiyor.
YILANLI
24 Ağustos 2008 Pazar günü Muğla’da hava karışıktı.
Bölge Müdürü İbrahim Aydın, “Yıldırımlı hava. Yağmaz,
yangın çıkartır“ demiş ve talimatını
vermişti.
“Çevrimleri 15 dakikaya indirin ve gece kuleleri
uyutmayın”... Yani 15 dakikada bir kulelerden
telsizle durum raporu alınacaktı. Kendisi de helikopterle
devriyeye çıkacaktı. Yangın
merkezindeki telsiz trafiği yoğunlaşmıştı. Yıldırımı yiyen
ağaç, üzerine yağmur yağsa bile için için
yanmaya devam edebilir, günler
sonra yangını
başlatabilirdi. Yıldırım, ulaşılması güç yerlere
düşüyor, bazen arazözler 2–3 kilometre hortum sermek
zorunda kalıyordu. İşin kötüsü 10’dan
fazla yıldırım, yangını aynı anda 10 ayrı yerde
çıkarabiliyordu. Muğla–Yılanlı’da,
iki gün önce çıkan ve 80–90 hektarda etkili
olmuş bir yıldırım yangını henüz söndürülmemişti.
Değişik illerden gelmiş 100’e yakın arazöz
çalışıyordu. Telsizlerden ikinci bir yangın haberi geldi.
Yerleşim birimlerinin az olduğu bu
verimli
ormanlarda ikinci bir yangın başlamış ve genç bir ormanda
hızla ilerliyordu. Ekipler müdahale etmek üzere yangına girdi. Sonra birden
helikopterden aşağıdaki
yangını yöneten Bölge Müdürü İbrahim Aydın’ın
sesi telsizden yükseldi: “Kaçın! Herkes canını
kurtarsın”. Bu uyarıyı
duyduğumuzda dar bir orman yolundaydık. Uyarı, öncelikle
biraz ötemizdeki tepede yangını altı
arazözle durdurmaya çalışan 40 kişilik gruba
yapılmıştı. Yangının başlangıcıydı... Orada tutulursa iş
bitecekti. Ancak genç orman adeta patladı ve yangın
ekibinin müdahalede bulunduğu tepeye adeta saldırdı.
Pilotun anlattığına göre “İbrahim
Aydın elleri ile
dizlerini dövüyordu”. Geri dönüp bir açıklığa
toplandık. Gruptan haber alınamıyordu. Orman İşletme
Müdürü Ferit Okur, birkaç kişiyle kayalıkların
arasından bir yol bulup kaçmıştı. Orman Mühendisi Beril
Kayaöz, “Yanmış alanda bizi kurtaracak kadar
bir boşluk bulduk ve oraya kaçtık.
Arazözlerin
olduğu alanı alevler dağıttı, geçti. Birkaç dakika
sonra kimse var mı diye bir kişi gitti ve bir yaralı
ile geldi. Kolları ve sırtı yanmıştı” diye anlatıyor.
Kütahya ekibinden arazöz şoförü Süleyman Çelik alevler
gelince arazözün vanasını açıp kendini
ıslatmıştı. Pantolonuna, tişörtüne çıplak kollarına çamur
sürmüş ve yerde kendine topraktan 20 santimertelik
bir çukur açarak içine yüzükoyun yatmıştı. “Bir
belgeselde seyretmiştim. Ateşin içinde kalan bir
yangıncı böyle yapmıştı. Öleceğimi düşündüm. Ama
daha çabuk öleceğim bir yöntemi tercih ederdim”
diyor. Zeminde oksijen vardı. Alevler ise üzerinden
kollarını yakarak geçmişti. Onlardan bir
süre haber alınamamıştı. Orman içindeki bir
açıklığa toplanmış olsalar da, orası da tehdit
altındaydı. Duman nedeniyle yukarıdan görülemiyorlardı. Tüm
helikopterler sürekli bölgeye su atıyordu.
Duman bir ara açılınca da helikopterle kurtarıldılar.
Pilot Doğan Kapkıner onları alıp getirdiğinde, “O anı
görmeliydin, herkes birbirine sarılmıştı”diyor.
Kurtulanların bir süre sonra telsizden tekrar sesleri
gelmeye başlamıştı. “Merkez. Eşkiyaderesi’ne
iki arazöz gönderin. Tamam.”
Alevler, ekibi
gece boyu uğraştırdı. Sabah olduğunda sadece bir
noktada duman yükseliyordu. Ekipler onu
hallettiler. Öğlene doğru yangın bir iki canlanma
denemesi yapsa da başarılı olamadı. 250 hektar yanmıştı.
Kurtulma ve kurtarılma hikâyeleri ise günlerce anlatılacaktı...
Eylül 2008







Hiç yorum yok:
Yorum Gönder