3 Aralık 2012 Pazartesi

Sanat eserlerinde "İSİM HAKKI" nedir ve ne işe yarar?

Türk Dil Kurumu sözlüğünde sanat şöyle tarif edilmekte: Bir duygu, tasarı, güzellik vb.nin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık.

Olayların nasıl meydana geldiğine kafa yoranlar bilimi geliştirdiler, hayata dair bir şeyler anlatmak isteyenlerse sanatı.

Sanat, insanların duygularını hedef alır, mesajlar verir, toplumda farkındalık kültürünün gelişmesine katkıda bulunur.

Düşünülmeden kabul edilmiş tüm yerleşik anlayışları sorgular, insanların ufkunu açar, toplumun düşünce sınırlarını genişletir.
Bilime ve sanata değer veren devletler, medeniyet kurabilirler ve kolay yıkılmazlar. Değer vermeyen milletler ise belki devlet kurabilirler ancak uzun ömürlü olamazlar.

Sanatçı; doğru olduğunu düşündüğü yönde değişime çağrı yaparken yerleşik anlayışlara tutkun insanlar ise varolanı savunurlar ve değişime de direnirler.

İnsanların öteden beri doğru bildikleri şeylerin yanlış olduğunu kabul etmesi ve yerine yeni şeyler koyması lehlerine bile olsa zor iştir. Ayrıca bu çağrı bazı gurupların menfaatine de aykırı olacağı için itirazlar ile karşılaşacaktır.
Bilimin de sanatın da temelinde orijinale ulaşmak ve orijinali üretmek vardır. Diğer insanlarda esinlenmelere ve değişik fikirlerin oluşmasına yol açar.

Buluşların, düşüncelerin ve eserlerin kime ait olduklarının bilinmesine ihtiyaç vardır. Bilginin yaygınlaşması ve yeni fikirlerin oluşması ancak böyle mümkün olabilir.
Toplumların modellere ihtiyacı vardır. Sanatçı eserleriyle idol olabilir ve topluma yol gösterir.

Eğer eserlerinde ismi yazılmamış olsaydı Mimar Sinan var olur muydu? Ulubatlı Hasan’ın adının bahsedilmediği o muhteşem fetih sahnesi nasıl anlatılabilirdi?

Futbolcuların isimlerinin söylenmediği bir maç sizce nasıl sunulur?
Hatta ilave bir önerim var: Maç anlatımlarında futbolcuların isimleri söylenilmesin ve futbolcular sahaya maske ile çıksınlar...

Sanatçısının ismi yazılmamış eserler kimliksiz ve etkisizdir.


Sanatçı eserinde isminin olmasınıister. Bu suretle tanınır, topluma diğer mesajlarını daha kolay iletir ve cesareti artar.

Sanatçı bir eser ürettiğinde bununla yetinmez ve eserinin insanlara ulaşmasını ve beğenilmesini bekler.

Fotoğraflarım çocuğum gibidir. Benden izler taşır.
Çekilmemiş fotoğraflar, yazılmamış öyküler, dizilmemiş notalar ve daha birçok şey üretilmeyi bekler, sanatçıların uykusunu kaçırır. Eğer anlatmak istediğiniz şey gerçekten çok özelse her şeyi göze alırsınız. Eşinizi, çocuklarınızı ve kendinizi ihmal edersiniz. Başkaları hayatlarını kurarken siz hayatı ıskalarsınız. Bu ruh halinin sonucunda ekonomik ve sosyal olarak da çökersiniz.

Eskişehir’de tek başıma girdiğim çekim kulübesinde 9 gün aralıksız kaldığım zaman kafamda sadece çekilecek fotoğraflar vardı. Üçüncü günden sonra dış dünyaya ait her şey silinip gitmişti. Etraf ne kadar da sessizdi. 60-70 civarında akbaba, kurt sürüsü ve onlarca farklı tür yaban hayvanı izlemiş ve fotoğraflamıştım. Dokuz gün boyunca sahneye sadece bana özel bir oyun konulmuştu adeta. 9 gün sonra kulübeden çıkıp bulduğum ilk bilgisayarda çektiğim fotoğraflara baktığımda dudaklarım heyecandan uçuklamıştı. Ne kadar da güzeldiler...
Benim dudaklarım daha önceden de uçuklamıştı.Kastamonu Valla Kanyonu’nda dibini göremediğim uçuruma düşüp emniyet ipine asılı kaldığım zaman da böyle olmuştu. Çok korkmuştum.

İnanın benim için çoğu fotoğraf böyledir. Zor ulaşılır ve hayret verici. O bir ana sıkışmış şey her neyse onu bulur alır ve insanların dünyasına taşırım. Ve demek isterim ki “ Hey bakar mısınız, orada bu oldu ve ben onu gördüm.” Bu esnada nefesim kesilir, avuç içlerim terler ve sonrasında her nedense hüzün çöker.
O artık doğmuş bir çocuk gibidir.  O benim çocuğum  ve insanlar bunu bilmeli.


Bunun bir yolu vardır. Fotoğrafın bir köşesine iliştirilmiş bir isim. Bu bir kanuni haktır ve “İsim Hakkı” olarak adlandırılır.
Ben, onunla gurur duyar ve güzel yerlerde görmek isterim. O, beni ayakta ve hayatta tutar, yaşama sevinci verir, hayatımı anlamlandırır. Evet, ben bunun için vardım derim.

İşte bu nedenlerden dolayı farklı ruh haline sahip bilim ve sanat insanlarını ve ürettiklerini korumak amacıyla kanunlar çıkarılmıştır.

Ancak ne hazindir ki 160 yıldır düzenleme anlamında gündemimizde olan bu hassasiyetler en ciddi kurumlar tarafından bile hâlâ dikkate alınmamaktadır. Özellikle devlet kurumları “ Biz devletiz yaparız”anlayışı ile yönetilmektedir.


Atalarımız “ Marifet iltifata tabidir”demişlerdir. Başarı toplum tarafından desteklenmeli ve öne çıkarılarak üreticisine moral verilmelidir.


Bize ne oldu da sanata ve bilime sırtımızı döndük? Bir sanat eserine sanatçısının ismini niçin yazmıyoruz?
Nedir tüm bunların sebebi? Daha da önemlisi bu sorunu nasıl çözeceğiz?

Galiba sorunun çözümü ülkemizdeki devlet öncelikli anlayışlardan birey öncelikli anlayışlara bir an önce geçmekte olsa gerek. İçimizden çıkanlara destek olmak ve öne çıkarmak için gayret göstereceğimize engel oluyoruz. Öteliyoruz, yeterince değer vermiyoruz.


Sonra kara kara düşünüp diyoruz ki; Uluslararası bir marka ismimiz niçin yok?
Nasıl olsun ki?

Özellikle devlet kurumlarındaki isim hakkı ihlalinin arka planında: “Kurumların adı öne çıkartılmalı, bireylerin veya çalışanların ismini yazarsak reklamları olur” düşüncesi yatmakta.

 "Anlayışların çoğunlukla devlet öncelikli olması ve bireyin ötelenmesi" problemin ortaya çıkma nedenlerinden birisidir.


Bu günlerde gazetelerde yönetmelik değişikliğinden bahseden bir haberde ” Artık devletin vatandaşlara göndereceği yazıları -Rica ederim- şeklinde değil  -Saygılarımla- şeklinde bitirerek, vatandaşı aşağı görmekten vazgeçiyor. Devlet artık vatandaşı kendine denk olarak görecek.
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa İsen;“Ekonomik büyüklük olarak Dünya’da 16. sıradayız, ancak insan ilişkilerinde 92. sıradayız.” açıklaması ile bu konuya dikkat çekmekte sanırım.

Bu haberler söz konusu çarpıklığın gündemimizde olduğunun göstergesi olup umut vericidir.
Saygılarımla…


Aykut İNCE
3 Aralık 2012
Adapazarı

2 Aralık 2012 Pazar

ALO 177 ATEŞ ALTINDA



 
ŞAŞAL Ortalık savaş meydanı gibiydi... Akşam henüz inmişti. İzmir’de Şaşal köyü yakınlarında alevler asfalta kadar inmiş, yol kenarındaki evlerin çevresini tutuşturmuştu. Bir adam, evinin önünde kamyonete bir şeyler yüklemeye çalışıyordu. Korna ve siren sesleri kulakları tırmalıyordu. Dört saat önce yaklaşık 5 kilometre kuzeyde çıkan yangın, kuzeyden esen rüzgârın da etkisiyle atlayarak ilerlemiş, arada kalan yeşil alanları tamamen yakmadan üç saatte buraya kadar gelmişti. Rüzgâr, ağaçların gövdelerinden kolayca ayrılan kabuk parçalarını, sandal ağacı gibi bazı türlerin yapraklarını, hafif ancak uzun otları, yanar halde uzağa taşıyabiliyordu. Yangını enerji nakil hattından sıçrayan bir kıvılcım başlatmıştı. Ama şu anda bunun önemi yoktu. Ormanı ve köyü yanmaktan kurtarmak gerekiyordu...
 
Olanların ortasındaydım; yangının yanı başında...

Bir yıldır izlediğim onlarca orman yangınından biriydi. Ve yangınla mücadele eden ekiplerle birlikte ben de, geceyi kırmızıya boyayan alevlerin ne tür oyunlar oynayacağını merak ediyordum. Jandarma astsubayı elindeki  telsizden gelen emirleri dikkatle dinliyor, sonra erlere seslenerek onlardan yangını görme merakıyla duranların tıkadığı yolu açmalarını istiyordu. Köylüler panik içinde, evlerini ve eşyalarını kurtarmaya çalışıyordu. Bir köylü, arazöze tırmanmış “evim yanacak” diye bağırıyordu. Yangın söndürme ekibi ise hangi eve müdahale edeceğini şaşırmıştı. Alevler, köy içinde yere iniyor, tarlada dolaşıyor ya da bir samanlık bulup çatıya çıkıyordu. Evlerle orman iç içeydi ve yangına karşı hiç bir tedbir alınmamıştı. Bir süre sonra yol kapandı, arazözler dozerlerin peşi sıra yangını durdurmak üzere, yeni açılan yolda ilerlemeye başladı. Çaresizlik içinde köyü terk edenler, daha sonra geri döndüklerinde birkaç evin kısmen yandığını görecekti. Onlar, yangın sonrası eve döndüğünde kömür karası eşyaları ve ölmüş hayvanlarıyla karşılaşan köylülerden daha şanslıydı. Ama yangının seyri ile ilgili haberler pek iyi değildi. Dört saatte 5 kilometrelik bir mesafeyi kat etmiş, doğu sınırında Menderes–Gümüldür yolunun kenarında durmuştu. Ama güneyde bir tepenin yamacında, sarp kayalık bir kesimde devam ediyordu. Bölge Müdürü İbrahim Çiftçi, alanı gündüzhelikopterle sürekli gezmiş; yangının gidişatını değerlendiriyordu. Karanlıkla birlikte düşen sıcaklık, yükselen nem ve dinmiş rüzgârın da etkisiyle yavaşlayan yangın “uykuya” geçmiş, bunu fırsat bilen kuzeydeki ekipler gece boyunca çalışmışlardı. Ama güneşin yükselmesiyle yangın yeniden canlanacaktı...
 

Bir işçi yangın söndürmek için bu uyku halini fırsat bildiklerini anlatıyor, “Saat 10’a kadar ne yaptın, yaptın... güneş yükselince yangınla baş edemezsin” diyordu. Güneyde ise ormanın güçlü olmadığı taşlık, kayalık sarp bir arazideki ağaçlar yanıyordu. Dozerler sarp arazinin bittiği ve ormanın görece güçlendiği yerde yangın şeridi açıyordu. Yangına burada müdahale edeceklerdi. İbrahim Çiftçi, dozerlerin yol yapacakları rotayı tarif ettikten sonra 12 saattir çalışmakta olan ekiplere telsizle seslendi: “Dozerler hariç güneydeki bütün ekipler dinlenin. Sabah 5’te vuracağız”. Bu sözleri söylediğinde saat 03.00’ü gösteriyordu. Ortalık ağırırken alevler, dozerlerin açtığı yolda mevzilenen arazözlere yaklaşmıştı. Ekip için alevlerin işini bitirmek zor olmadı... Ancak batı yakada alevler o kadar kolay pes etmedi. Sabahın çok erken saatlerinde Genel Müdür Osman Kahveci ve Koruma Daire Başkanı Nurettin Doğan helikopterle alana geldi. Sahayı havadan gözlemlemişlerdi. Gece boyu çalışan dozerler tüm sahada kilometrelerce yol yapmış ancak arazideki sarp yerlere ulaşamamışlardı. Helikopterler ise sabahın ilk ışıkları ile duman çıkan yerleri “suyla dövdüler”. Çünkü güneş yükseldiğinde duman çıkan yerlerde alevlenme başlardı. Ancak helikopterlerin çabası yeterli olmadı. Sarp yerlerdeki dumanlar önce küçük, sonra büyük alevlere dönüştü.
 
 
 3 kilometre uzaklıktaki göletten her defasında 2,5 ton su alan helikopterlerin çalışması boşa gitmişti. Oysa göletin uzaklığı bu tür söndürme işlerinde ideal uzaklık olan 5 km’den daha yakındı... Saat ücreti 8 bin doları bulan helikopterler yangın başladığında ilk müdahalenin yapılmasında çok önemli. Bir yangın helikopteri “kalk” emri verildiği andan itibaren 7 dakika içinde havalanmak zorunda. Yoksa 10 bin dolara varan cezalar kesiliyor. 20 metreye kadar yükselebilen alevlerin büyümesine engel olmaya çalışan helikopterler, tepe yangınını yere indirecek atışlar yapıyor. Ama yangını söndürmek helikopterlerin değil, yer ekiplerinin işi. Zaten yangın söndürme ekipleri de “Savaşı her zaman piyade kazanır” diyor. Öğle saatlerinde yangın batıya yönelmişti. Önünde uçsuz bucaksız ormanlar vardı. Yangını durdurmak için hat oluşturulurken rüzgâr ilginç bir şekilde yön değiştirdi ve ateşi yanık yerlere doğru sürdü. Bu da onun sonu oldu. Yakacak şey bulamayınca devam edemedi. Bu olanağı değerlendiren yangın söndürme ekipleri rüzgâr tekrar dönmeden ateşin başına çöküp (helikopter ve arazözler ile su sıkıp) işini bitirdiler. Tüm ekipler yorgun ama mutluydu. İçlerinden biri, “Rüzgâr bazen bizden yana davranır” dedi. Ama yangın her an geri gelebilirdi. Bölge Müdürü Çiftçi, “Şimdi soğutacağız” dedi. Soğutma çalışmasının ilk aşamasında yanan alanın sınırından içeriye doğru 50 metre genişliğinde bir şeridi –adeta yıkayarak– soğutacaklar, sonra alanın tamamında çalışıp sınırlarında 15 gün nöbet tutacaklardı. 2004 Marmaris yangınında yaşananlar tekrarlanmamalıydı. Yangın bitmiş soğutma çalışmalarına başlanmıştı. Ancak ertesi gün yangın patlamış (yeniden başlamış) ve 2000 hektar orman yanmıştı. Muhtemelen kökler yoluyla yeraltından ilerleyen ateş, emniyet şeridinin dışına taşınmıştı. İzmir yangını bu mevsim izlediğim ne ilk ne de son yangındı. 2008 yılında Türkiye’de çıkan orman yangınlarının sayısında geçtiğimiz yıla oranla ciddi bir azalma var. 2007 yılında, 10 Eylül tarihine kadar 2 bin 302 orman yangını yaşanırken, 2008 yılının 10 Eylül tarihine kadar yaşanan orman yangınlarının sayısı bin 733. Ancak asıl sorun yanan orman alanındaki ciddi artış. 2007’de yanan orman alanı 11 bin 664 hektar iken, 2008’in dokuzuncu ayın-da, 2007 yılının 3 katına yakın orman alanı (28 bin 977 hektar) yanmış durumda. Orman Koruma Ve Yangınla Mücadele Dairesi Başkan Nurettin Doğan, “İstatistikler sadece yanan alanı gösterir. Kurtarılanları değil,” diyor. Ve yangının çıkmasını önlemenin ve bilinçlendirme çalışmalarının önemine dikkat çekiyor: “Özellikle genç ormanlardaki yanıcı madde miktarı azaltılmalı. Gerek ağaçlandırma sahaları gerekse yangın sonrası kurulan ormanların yangına dayanıklı olmasını sağlayacağız. Doğal örtüsü maki olan 0–300 rakımdaki kızılçam ağırlıklı ormanlarda da dönüşümün sağlanması gerekiyor. Çünkü yangınların yüzde 85’i buralarda çıkıyor.” Doğan, bu sözleri söyledikten sonra kaçınılmaz gerçeği hatırlatmadan edemiyor: “Ama tüm önlemlere rağmen yangınlarla birlikte yaşamaya alışmalıyız”.
 
 
İzmir yangınından bir ay önce, Ankara’da Yangın Harekat Merkezi’nde bir yangın izlemiştim. Genel Müdür Osman Kahveci, Çanakkale’de başlayan yangın hakkında Şube Müdürü Muammer Kol’dan bilgi alıyordu. Dev LCD ekrandaki haritaya göre yangın bir tarlada çıkmıştı ve  yakındaki büyük bir ağaçlandırma sahasını tehdit ediyordu. Genel Müdür, helikopterin ve arazözlerin, yangın çıktıktan sonra neler yaptığını görmek istemiş ve sistemin kurulmasında büyük emeği geçen İlhami Aydın “elbette” demişti. Hızlı gösterimde helikopterin yangına gelişi, havuzdan su alması ve yangına müdahalesini izledik. Neyse ki, bu yangın alevler –henüz tarlada iken– ekiplerin, yerden ve havadan müdahalesi ile durduruldu. Ancak “Tüm yangınlar başlangıçta küçüktür,” diyen Kahveci’ye göre, bu sistem yeterli değil. “Erken müdahale dolayısı ile erken uyarı çok önemli. Yangının ne yapabileceği önceden kestirilmeli ve yüksek risk alanları belirlenerek tedbir alınmalı.” Orman Genel Müdürlüğü, 400 rakımın altında yangın riskinin yüksek olduğu alanların kamera yardımı ile izlenmesine ilişkin bir proje üzerinde çalışıyor. Akşehir, Manavgat ve Marmaris’te denenen Bilgisayarlı Görmeye Dayalı Orman Yangını Bulma ve İzleme Sistemi’nde kameralar ormanlık alanı tarayacak ve bilinenden farklı bir duman gördüğünde yangın alarmı verecek. Ancak 31 Temmuz’da çıkan ve Antalya tarihinin bilinen en büyük yangını olarak nitelenen Manavgat–Serik yangını bu sistemin görüş alanı dışındaydı...  
 
ANTALYA Alo 177’ye ilk ihbar 12.30’da ulaşmıştı. Yangın söndürme görevlileri her an müdahaleye hazırdı. Çantalarındaki el lambası, toz maskesi, acil kaçış maskesi, yangın battaniyesi, gözlük, yanmaz kar maskesi, tahra (dal ve çalı kesmek için kullanılan alet) ve emniyet kemerini son bir kez kontrol ettiler.
Manavgat’ta konuşlanmış helikopter 28 dakika sonra yangının başladığı noktaya ulaştı. Bölge Müdür Yardımcısı Ekrem Aydemir’in havadan telsizle yönlendirdiği ekipler, Karabük köyünün güneyinden ormana giren ama çıkışı olmayan yol boyunca, her iki tarafa arazözlerden su sıkarak yangınla boğuşmaya başladılar. Her arazözde acil müdahale ekibi olarak adlandırılan 5 kişi vardı. Ama kızılçam ağaçları arazözlerin püskürttüğü suyu umursamadı bile; alevden kollar ağaçları sarmalayıp kapkara bir hayalete dönüştürüyordu. Yangın buradan önlenemeyecekti. Zaman kaybetmeden stratejiyi değiştirmek gerekiyordu. Yangın yönetimi “Ekipleri derhal Karabük köyüne çekin” talimatını vermişti... Müdürün şoförü Salih Zeki Coşkun, olanları sonradan, “Her yer duman ve ateşti. Alevlerin sıcaklığı arabanın içini ısıtıyordu. Yolun son 40 metrelik kısmını camları kapatıp etrafı görmeden adeta el yordamı ile geçtik” diye anlatıyor. Onu izleyen üç arazözden en arkadakinin şoförü paniklemişti. Telsizden “geçemem” diye bağırıyordu. Ama ya geçecek ya da alevlerin arasında yanmayı bekleyecekti...
Sonunda geçti ve herkes derin bir nefes aldı. Ama daha çok nefese ihtiyaçları vardı. Çünkü yangın kontrolden çıkmıştı. Deniz seviyesinden 130 metre yükseklikte başlayan yangın, beş saat sonra 700 rakımlı sırta tırmandı. Köprüçay Irmağı’ndan başlayan bu sırt, yol açılmasına olanak vermeyen 3 bin hektarlık bir alanı kaplıyordu ve 30–40 metre boyunda –yukarıdan bakılınca altı gözükmeyecek kadar sık kızılçam ağaçlarıyla kaplıydı. Bu alan kuru kuzey rüzgârı altında yanıyordu. Yöredeki yanıcı maddenin miktarı, topoğrafya ve rüzgâr ile yangın davranışı birlikte düşünüldüğünde yangının bu noktada önlenemeyeceği açıktı. Ekipleri riske atmadan Akbaş–Karataş–Bucakköy’de müdahale hattı oluşturulması gerekiyordu. Çıkmaz orman yolunu tahliye eden ekipler yangının güneyindeki hatta gönderildi ve yeni ekipler sevk edildi. Yangının büyüyeceği tahmin edilmiş, 9 helikopter, 2 amfibi (denizden su alabilen) uçak, 5 küçük uçak, 162 arazöz, 32 dozer, 20 su tankı, 160 teknik eleman, bin 300 işçiden oluşan ekip, söndürme çalışmalarına katılmıştı. Ama yangının önünde köyler de vardı. Valilik kriz merkezine, üç köyün boşaltılması gerektiği iletildi.
 
Akşam saat 6 civarında, yangının başladığı yerden kuş uçuşu 8–10 kilometre güneydeki alanlara rüzgârla taşınan yanar haldeki kabuk parçaları tarlalardaki anızlarda ve civar ormanlarda yeni yangınlar başlattı. İnsan yangının uzağında olduğunda alevlerin 8–10 kilometre öteye nasıl taşınabildiğini kavraması zor, biliyorum. Böyle bir şeyi ancak tanık olduğunuzda tam anlamıyla kavrayabiliyorsunuz. Literatürde bir kıvılcımın rüzgârla taşınabileceği uzaklığın 30 kilometre’ye kadar çıkabileceğinin örnekleri var. Bol yanıcı maddeye sahip orman yangınlarında –özellikle vadi içlerinde– yetersiz oksijen nedeniyle yanma oluşmuyor, ancak yanıcı gazlar yanma sıcaklığının üzerinde ısınmış olarak ortama birikebiliyor. Yükselen gazlar oksijenle buluşunca yanma gerçekleşiyor. Bu sırada ormanın içinden gökyüzüne doğru kuvvetli bir rüzgâr sütunu oluşuyor ve bu rüzgårla alevler içinden yaprak ve kabuk parçacıkları yukarı çıkıyor. Yanan veya kor halindeki bu parçacıklar rüzgârla birlikte çok uzaklara taşınarak nokta yangınları başlatabiliyor.
 
Antalya yangını başladığında Denizli helikopteri ile Çanakkale  yangınındaydım. Yangını haber alır almaz, gelen emirle, Denizli’den 18 kişilik ilk müdahale ekibini alarak Antalya’ya yollandık. Helikopterden indiğimizde tarlalarda kısmi yangınlar vardı. Yangın alanına 8 kilometre uzaklıkta olmamıza rağmen, üstümüze alevlerden kurtulamamış (yanar vaziyette) ağaç kabukları ve yapraklar yağıyordu. Bölge Müdürü Recep Kaşan, GSM operatörlerinin seyyar istasyonlarının bir an önce devreye alınmasını istiyordu. Sahanın her yerinde sağlıklı görüşme yapılabilmeliydi. Rüzgâr nedeniyle ortalık toz dumandı. Köyden biri, “Buralar hep böyle eser” diyordu. Bu da durumu daha da zorlaştırıyordu.
 









Jandarma, sürekli etraft aki köylerin boşaltılması yönünde çağrılar yapıyordu. “Gök kızarmayınca ben yangına yangın demem” demişti, yangın helikopterde görevli memur Mehmet Gökpınar. Ama sonradan tüm gökyüzü kızaracak ve bu büyüklükte bir yangın görmediğini söyleyecekti. Yangınla başa çıkmanın en iyi yollarından biri de kendi açtığı tuzağa düşmesini sağlamaktır. Bu yangın da belki dozerlerle, köylerin kuzeyinden açılacak şeritten veya daha geride köyleri de içine alacak şekilde asfalttan verilecek bir karşı ateşle durdurulabilirdi. Karataş köyünün kuzeyinde karşı ateş değerlendirmesi yapılmış ama vazgeçilmişti. Çünkü alanda çok fazla insan vardı. Ekrem Aydemir, “Ters dönecek bir rüzgârla henüz boşaltılmamış olan köyler yanabilir ya da duman altında kalabilir. Bu kabul edilemez” diyordu. Ateş, gece yarısına doğru kuzeyimizdeki sırtlardan aşağıya, Karataş’a doğru dökülmeye başladı. Güneydeki sırtlarda da 20–30 metrelik alevlerin meydana getirdiği parlamalar oluyordu. Yangın geniş bir vadiyi havadan atlamıştı. Alevlerin sanki aklı ve gözü varmış gibi, nerede yanabilecek bir şey varsa oraya saldırıyordu. Geceyarısından sonra Taşağıl’a gidecek bir araç buldum. Ancak Karataş ve Macarlar’ı geçemedik. Birbirine yakın evler meşale gibi yanıyordu. Yol kapalıydı, döndük... TIR kasasındaki bir saatlik uykudan şafak sökerken uyandım. Rüzgâr hâlâ çok sertti.
 
 
Karataş köyüne ulaştığımda bütün mahalle, iki ev hariç yanmıştı. Köyden iki kişi yanarak can vermişti. Ölenlerden biri yaşlı bir köylüydü. Söylenenlere göre, damadının bütün ısrarlarına rağmen evini terk etmemişti... Ölüm haberi ekipleri üzüntüye boğdu. Moraller iyice bozulmuştu. Yanmış hayvan cesetleri ortalıkta duruyordu. Yaşlı bir kadın elindeki sopayla evinin kalıntılarını karıştırıyordu. Bahçede öbek öbek buğday yığınları vardı. Birisi “İçi yanmamış galiba,” dedi. Bir diğeri “Burası imamın eviydi” diye seslendi. Yaşlı çınar ağacının iri bir dalı gürültü ile yıkıldı. Saman yığınları, odunlar, evlerin ahşap kısımları kolayca tutuşup yangını yaymıştı... İnsanlar çok kızgındı. İçlerinden biri, “Defalarca söyledik, köy yanacak. Bir itfaiye gelmedi” diye söyleniyordu. Köylüler kaybettiklerinin acısını arazözdeki görevlilerden çıkarıyordu. Oysa yangın yönetimi 7 saat öncesinden olabilecekleri hesaplamış ve öncelikle köyün kurtarılmasına değil, boşaltılmasına karar vermişti. Bugüne kadar sivillerle birlikte pek çok yangın görevlisi de ormanla birlikte canından olmuştu. Türkiye’de son 10 yılda orman yangınları ile mücadele çalışmalarında 39 personel yaşamını yitirdi. Yangın süresince Antalya merkezde lojistik destek biriminde çalışanlar arasında yer alan Orman Yüksek Mühendisi Osman Karbay, “Yangına gidemiyorum. Alevleri görünce Osman Çolpak gelir gözlerimin önüne,” diyor. “Dün gibi hatırlıyorum. 21 Temmuz 1997... Düzlerçamı yangınına gitmiştik. Alevler ters dönünce kaçmaya başladık. Karbon monoksit solumuşum ki dizlerim beni dinlemedi. Ormanın kıyısına yakındım ve bir cam sera gördüm. Ulaşınca yığılmış kalmışım. Ama Osman sanırım çalılık bir hendeğe düştü ve kalkamadı. 6–7 metre ilerdeki su kanalına ulaşabilseydi kurtulurdu”.
 
Yangın çok geniş bir alana yayılıyordu. Yangını havadan izleyip, boyutlarını daha iyi anlamak için öğleye doğru helikoptere geçtim. Köprüçay’ın batısı yanıyordu. Bucakköylüler evlerini boşaltıp nehir kenarındaki güvenlikli alana taşınmışlardı. Hava kararana kadar uçtuk. Kabinde kimse konuşmadı. Susup dehşetle yangını izlemiştik. Siyah gri bulutlar gökyüzünü kaplamıştı. Öğleden sonra yangın Köprüçay’dan karşıya atladı. Yangının nehri geçmesi başka yerleşim yerlerini de tehdit etmesi anlamına geliyordu. Doğuya doğru Manavgat’a ya da kuzeye Toroslar’a kadar gidebilirdi. O gün yangın canının çektiğini yaptı. Ve doğuya gitti... Üçüncü gün, güneş doğarken yeniden havadaydık. Bir ara aşağıya baktığımda dar orman yollarının içerisinde arazözler ve insanlar gördüm. Alevlere çok yakınlardı. Biraz sonra helikopterdeki denetçi Mehmet Gökpınar, “Eyvah. Üstlerinden alev geçti” diye kaygıyla söylendi... Orman Mühendisi Edip Atahan da o gurubun içindeydi. “Tepe üstünde şerit açıp yangını durduracaktık” diye anlatmıştı sonradan... “Alevler çok güçlü geldi. Şeridin doğusunda panik yaşandı. Dozerler kepçelerini ateşe doğru çevirip arkasına saklandı ve gökyüzüne sıktıkları su ile perde oluşturarak kurtuldu.” Ancak Sağırin ve Beşkonak köylülerinden oluşan ekip, arkaya giden ateşin tutuşturduğu ormanı güçlükle söndürecekti. Köylüler diğer pek çok yangında olduğu gibi bu yangında da söndürme ekiplerinin yanında yer almıştı. Orman Kanunu’na göre ormana 10 kilometre uzaklıkta yaşayanlar orman yangınlarında çalışmak zorunda. Ama elbette onların çalışma nedeni yasal zorunluluktan çok köylerinin ve geçim kaynaklarının yok oluşu.
 
Emekli Orman Yüksek Mühendisi Hüseyin Özdoğan, yangını duyunca dayanamamış, gelmişti. 100’den çok yangın yaşamıştı. “Ya yangına doğru koş, arkasına geç veya yan git. Ancak arkan ormansa kesinlikle kaçma. Duman basarsa, açık bir alan bul ve yere yat. Yerde 10 santimetrelik hava yastığı oluşur, kurtulursun.” diyordu. Yapılabilecek başka şeyler de vardı: “Vadi içine girme! Orası ısınır, gaz birikir, patlar. Yokuş yukarı kaçarsan yangın senden hızlı koşar.” Ona göre, iyi bir yangıncının arazisini bilmesi, rüzgârını, ağacını, yolunu ve arkadaşlarını tanıması gerekiyordu. Rüzgârın hangi saatte döndüğünü nereden gelip ne tarafa gittiğini bilmeliydi. Özdoğan, büyük yangınların karşı ateş olmadan sönmeyeceğini söylüyordu. “Rüzgâr dönmeden önce yangının içinde dans eden, girdap yapan alevler görürsün. Ateşin en büyük düşmanı ateştir. Yangın sana doğru gelirken ateşi geç verirsen yanarsın, erken verirsen ona güç katarsın. Ateşi azar azar vererek yanıcı maddeyi azaltmakta kullanabilirsin. Ama en önemli kuralı sakın unutma: Çıkış yolunu garantiye almadan yangına girme.” Nurettin Doğan da bu deneyimli mühendis ile aynı görüşteydi; tehdit altındaki Sağırin’in etrafına dozerlerle şerit açtıktan sonra, dışarıyı karşı ateş verip yakacaktı. Sağırin bu sayede kurtulmuştu. Yangına yakın bir alana ulaştığımızda alevlerin önünde kırlangıçlar uçuyordu. Bir köylü, “Dedelerimiz anlatırdı. Yangının attığı yanar parçaları topluyorlar” dedi. Oysa kuşların derdi alevlerden kaçan böceklerdi. Yangın, beşinci gün Çardakköy ve Karabucak yönündeki şeritlerde kaldı. Karşı ateş ve şeritlerdeki direnç, ilerlemesini durdurmuştu. Yangının doğaya maliyeti çok yüksekti. Sadece yangını yavaşlatmak için 220 saat uçan helikopterlerin maliyeti ise 1 milyon 760 bin dolar idi.

 
Batı Akdeniz Araştırma Enstitüsü’nden Orman Yüksek Mühendisleri Halil Sarıbaşak ve Dr. M.Ali Başaran’ın yaptığı araştırma, 1978–1999 yılları arasında Antalya’da çıkan yangınların yüzde 35’inin, alansal olarak ise yüzde 48’inin Köprüçay Vadisi’nde meydana geldiğini belirtiyor. Bunun nedeni, vadinin rüzgâr koridoru gibi davranması, kızılçam ve makilerin yoğun olarak bulunması, yoğun insan faaliyetleri, arazi şekli ve yükseklik olarak açıklanıyor. Antalya’daki yangından sonra Orman Mühendisleri Odası (OMO) tarafından yayınlanan bildiride ise, “Doğalgaz kullanımının yaygınlaşması ve kırsal nüfusun azalması odun tüketimini azalttı, ağaçlandırma ve iyileştirme çalışmaları sonucu genç ormanların oluşması ise yanıcı madde yükünü artırdı” deniyor.
Yanan ormanları güvence altına alan Anayasa’nın 169. maddesinde “...Yanan ormanların yerinde yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz” deniyor. Yangın sonrası yanık ürün kaldırılıyor ve saha ilk yıl sunî ya da doğal yollarla ağaçlandırılıyor. Bölge ve türe göre farklılıklar göstermekle birlikte 7–10 yılda fidanlar 2–3 metreye, 30–40 yılda 10–15 metreye ulaşabiliyor. Kesim çağına ya da optimum büyüklüğe ulaşması için ise kızılçamda 60–80 yıl, karaçamda ise 80–150 yıla ihtiyaç var. İstanbul’daki bir yangını izleyen, adının açıklanmasını istemeyen bir yetkili, “Bazı yangınlara üzülmek gelmiyor içimden” diyor. Çünkü o, zararın büyük ölçüde yanlış ağaçlandırmadan kaynaklandığı görüşünde. “Bütün çamları alıp yerlerine aslî ağaç türlerini getirmemiz gerekir” diye ekliyor. Osman Kahveci ise yanan alanlarda yapılacak ağaçlandırma çalışmalarında yeni bir anlayış getirileceğini
söylüyor: “Bu yıl Antalya ve Mersin’de çıkan orman yangınları sonrası ağaçlandırma çalışmalarının, ormanın ekolojik ve sosyal boyutları ile yörenin özelliklerini de göz önünde tutan yeni bir anlayışla projelendirilmesine ve bu çerçevede yeni ormanlar kurulmasına karar verdik”.
 
 İTÜ Uydu Haberleşmesi ve Uzaktan Algılama Merkezi’nin (UHUZAM) Eş–yöneticisi Prof.Dr. Filiz Sunar, Türkiye’de orman kaynaklarının zengin flora ve faunasının korunması, geliştirilmesi, yangınların yol açtığı zararlara karşı önlemlerin alınması ve bölgesel ya da lokal planlama yapılabilmesi için ilgili Bakanlık veya Afet Yönetim merkezlerinin eylem planlarının yeniden değerlendirilmesi gerektiği görüşünde. Sunar, uydu görüntüsü ile yersel verilere dayalı erken uyarı sistemini de içine alan operasyonel ulusal Orman Yangını İzleme Sistemi’nin acilen kurulması gerektiğini söylüyor. “Klimatolojik, meteorolojik ve jeomorfolojik veriler ile farklı uydu sistemlerinden alınan uydu görüntüleri yardımıyla yangının her safhasında sürekli izlenerek yayılması önlenebilir ve olası yıkıcı etkileri azaltılabilir”.
OMO da orman yangınlarını azaltmak için bir dizi öneri sıralıyor: “Önemli alanlarda enerji nakil hatları yer altına alınmalı, yol ağı genişletilmeli, yer
ekipleri orman köylüleri işe alınarak güçlendirilmeli, modern yönetim teknikleri uygulanmalı, rakamlar düşük gösterilmemeli, helikopter sayısı artırılmalı,
yerleşim alanlarında ve yol kenarlarında yangına dayanıklı türlerden kuşaklar oluşturulmalı”.
 
Yangın sezonu haziranda başlayıp, ekim sonuna kadar devam etse de iklim değişikliği ve kuraklığın etkisiyle yangın sezonu dışında tahripkâr yangınların görülmesi artık olağandışı sayılmıyor. Türkiye’de yangınların çıkış nedenleri şöyle sıralanıyor: %58 ihmal, dikkatsizlik ve kaza, %13 kasıt, %8 yıldırım; %21’inin ise nedeni bilinmiyor.



YILANLI 24 Ağustos 2008 Pazar günü Muğla’da hava karışıktı. Bölge Müdürü İbrahim Aydın, “Yıldırımlı hava. Yağmaz, yangın çıkartır“ demiş ve talimatını
vermişti. “Çevrimleri 15 dakikaya indirin ve gece kuleleri uyutmayın”... Yani 15 dakikada bir kulelerden telsizle durum raporu alınacaktı. Kendisi de helikopterle devriyeye çıkacaktı. Yangın merkezindeki telsiz trafiği yoğunlaşmıştı. Yıldırımı yiyen ağaç, üzerine yağmur yağsa bile için için yanmaya devam edebilir, günler
sonra yangını başlatabilirdi. Yıldırım, ulaşılması güç yerlere düşüyor, bazen arazözler 2–3 kilometre hortum sermek zorunda kalıyordu. İşin kötüsü 10’dan fazla yıldırım, yangını aynı anda 10 ayrı yerde çıkarabiliyordu. Muğla–Yılanlı’da, iki gün önce çıkan ve 80–90 hektarda etkili olmuş bir yıldırım yangını henüz söndürülmemişti. Değişik illerden gelmiş 100’e yakın arazöz çalışıyordu. Telsizlerden ikinci bir yangın haberi geldi. Yerleşim birimlerinin az olduğu bu
verimli ormanlarda ikinci bir yangın başlamış ve genç bir ormanda hızla ilerliyordu. Ekipler müdahale etmek üzere yangına girdi. Sonra birden helikopterden aşağıdaki yangını yöneten Bölge Müdürü İbrahim Aydın’ın sesi telsizden yükseldi: “Kaçın! Herkes canını kurtarsın”. Bu uyarıyı duyduğumuzda dar bir orman yolundaydık. Uyarı, öncelikle biraz ötemizdeki tepede yangını altı arazözle durdurmaya çalışan 40 kişilik gruba yapılmıştı. Yangının başlangıcıydı... Orada tutulursa iş bitecekti. Ancak genç orman adeta patladı ve yangın ekibinin müdahalede bulunduğu tepeye adeta saldırdı. Pilotun anlattığına göre “İbrahim
Aydın elleri ile dizlerini dövüyordu”. Geri dönüp bir açıklığa toplandık. Gruptan haber alınamıyordu. Orman İşletme Müdürü Ferit Okur, birkaç kişiyle kayalıkların arasından bir yol bulup kaçmıştı. Orman Mühendisi Beril Kayaöz, “Yanmış alanda bizi kurtaracak kadar bir boşluk bulduk ve oraya kaçtık.
Arazözlerin olduğu alanı alevler dağıttı, geçti. Birkaç dakika sonra kimse var mı diye bir kişi gitti ve bir yaralı ile geldi. Kolları ve sırtı yanmıştı” diye anlatıyor. Kütahya ekibinden arazöz şoförü Süleyman Çelik alevler gelince arazözün vanasını açıp kendini ıslatmıştı. Pantolonuna, tişörtüne çıplak kollarına çamur sürmüş ve yerde kendine topraktan 20 santimertelik bir çukur açarak içine yüzükoyun yatmıştı. “Bir belgeselde seyretmiştim. Ateşin içinde kalan bir yangıncı böyle yapmıştı. Öleceğimi düşündüm. Ama daha çabuk öleceğim bir yöntemi tercih ederdim” diyor. Zeminde oksijen vardı. Alevler ise üzerinden kollarını yakarak geçmişti. Onlardan bir süre haber alınamamıştı. Orman içindeki bir açıklığa toplanmış olsalar da, orası da tehdit altındaydı. Duman nedeniyle yukarıdan görülemiyorlardı. Tüm helikopterler sürekli bölgeye su atıyordu. Duman bir ara açılınca da helikopterle kurtarıldılar. Pilot Doğan Kapkıner onları alıp getirdiğinde, “O anı görmeliydin, herkes birbirine sarılmıştı”diyor.
 
Kurtulanların bir süre sonra telsizden tekrar sesleri gelmeye başlamıştı. “Merkez. Eşkiyaderesi’ne iki arazöz gönderin. Tamam.”
 
Alevler, ekibi gece boyu uğraştırdı. Sabah olduğunda sadece bir noktada duman yükseliyordu. Ekipler onu hallettiler. Öğlene doğru yangın bir iki canlanma denemesi yapsa da başarılı olamadı. 250 hektar yanmıştı. Kurtulma ve kurtarılma hikâyeleri ise günlerce anlatılacaktı...

Eylül 2008