24 Eylül 2025 Çarşamba

“Ormandaki Ateş”in Peşinde

 

  

“Ormandaki Ateş”in Peşinde

2008 Temmuz sonunda, Denizli’de konuşlu helikopterle Çanakkale-İntepe yangınına gitmiştik. Helikopterimiz Demir Perde ülkelerinden kiralanmıştı ve pilotu da Rustam isimli bir Rus’tu.

İlk gün iki saat çalışıp güneş batarken havaalanına indik. Helikopter ekibi otele gitti, ben ise yangın sahasına. Gece boyu yangın söndürme ekipleriyle birlikte oldum. Kimi şerit açtı, kimisiyse hortumla yanmakta olan yerleri söndürdüler. Geceleri sıcaklık düşer, nem artar, hatta bazen çiğ düşer. Eğer rüzgâr da kesilmişse yangın adeta uyur.

 



 Gündüz oraya buraya saldıran o alevlerin ertesi sabah uyanmak üzere nasıl sindiğini görür, hayret edersiniz. Hatta söndü sanırsınız. Buna hiçbir yangıncı inanmaz; onlar yangının öldürülme vaktinin böyle geceler olduğunu bilirler. Esasında gündüz yapılan mücadele, yangını geceye yorgun çıkarmak içindir. Bu seferde öyle oldu. Gece boyu uyur vaziyetteki yangını suyla dövdüler. Her şey planlandığı gibiydi. Sabahleyin yalnızca birkaç yerde duman tütüyordu. O dumanlar tehlikeliydi; saat dokuz gibi güneş yükselip rüzgâr esmeye başladığında yeniden canlanabilirdi. Ben, yangının biteceğini tahmin edip Denizli kodlu helikopteri gün doğumundan önce havaalanında buldum ve bindim. Saat 10.00’a kadar duman tüten riskli yerlere su attık. Artık yangının tekrar canlanma ihtimali kalmamıştı. Beklediğimiz komut çok gecikmeden geldi “Çanakkale dışından gelen helikopterler teşekkür ederiz. Görev mahallinize dönebilirsiniz” Bir an evvel Denizli’ye gitmeliydik. Başka bir yerde yangın çıkmadan biraz dinlenmeye ihtiyacımız vardı.

Yakıt alıp dönüşe geçtik. Yorulmuştum, uykusuzdum. Helikopterin içinde ekibin kullandığı sünger bir yatak vardı. Su taşıyan plastik torbayı ( bambi) kullanan teknisyen bunun üstüne yatıyor ve sonra kapıyı açıyordu. Sonra kafasını dışarı çıkarıp yangını izliyor, helikopter alevlere yaklaştığında uygun anda düğmeye basıyor ve suyu boşaltıyordu. Onun altındaki bu sünger bir kenarda duruyordu. Alıp zemine serdim ve üzerine uzandım. Helikopter beşik gibiydi. Ancak bir fark vardı, bebeğini her yöne sallıyordu. Biraz sert ve en çokta aşağı yukarı... J  Yukarıdaki dört adet Pal (döner kanatlar)  ise ‘pat pat pat pat’ diye ninni söylüyordu. Hemen uyumuşum.


Bir ara motorun ‘tısss’ sesiyle uyandım. İndiği zaman motor durmaya doğru bu sesi çıkarıyordu. Akhisar’da yakıt almaya inmiştik. Ben uyumaya devam ettim. Uyandığımda Denizli’ye gelmek üzereydik. İneceğimiz piste yaklaşınca bir gariplik fark ettim. Aşağıda 15-20 işçiden oluşan yer ekibi sarı kıyafetleriyle bizi bekliyordu. İndik, onları aldık ve başka bir yangına doğru devam ettik.

Beş gün sürecek olan 2008 Serik-Taşağıl yangını başlamıştı. O zamanlar henüz sosyal medya yoktu. Gideceğimiz yeri yolda öğrendik, ama bizi neyin beklediğini bilmiyorduk. Yaklaştığımızda dehşete kapıldık; hiçbirimiz bu büyüklükte bir yangın görmemiştik.

 


 

 

Rus pilota baktığımda onu’da kaygılı gördüm. Helikopter bizi yangına 7–8 km mesafedeki bir tarlaya bıraktı. Hava rüzgârlı ve kuruydu.

 

Tırmık, motorlu testere ve diğer malzemeleriyle helikopterden hızla inen ekiplere telefonla iletilen emir ilginçti: Gökten yağan kıvılcımların çıkardığı yangınlar dumanları tütmeye başlar başlamaz söndürülecek…”



O esnada Karataş köyünün kuzeyindeki tepede, Karabük Orman İşletme Şefliği’nin ormanlarının yaklaşık 3 bin hektarlık bölümü, %8–10 rutubet taşıyan şiddetli rüzgâr altında yanıyordu.

Ben ekipten ayrıldım ve yangın komuta merkezine gittim. Gece olmuştu. Boşaltılması gereken köylerin isimleri güvenlik güçlerine bildirilmiş, değerlendirmeler yapılıyordu. Gece yarısına doğru yanmakta olan Karataş köyüne yürüyerek gittim. Kimse yoktu; her ev yanıyordu. Uçuşan kıvılcımlar, ormana ya da ağaçlara uzak olsalar bile tüm evlerde yangın çıkarmıştı. Çatı saçaklarındaki boşluklar ile evlerin bodrumlarına, duvar diplerine ve etrafına konulan ot ve odun yığınları, kıvılcımların işini kolaylaştırmıştı.

Sonra dönüp komuta merkezine geri geldim. Dozer getiren bir tırın dorsesinde iki saat kadar uyudum. Uyandığımda gün henüz aydınlanıyordu. Tekrar gece yanan Karataş köyüne gittim ve saat 09.00’a kadar orada kaldım.

  


Yangın çok büyüktü ve ben bir şey yapamıyordum. Aracım yoktu. Bu yüzden helikoptere binmeye karar verdim. Alo177’yi arayıp helikopterlerin nerede yakıt aldıklarını sordum. Karabük köyü’ne yakın bir tarlayı tarif ettiler. 50 km’lik mesafeyi, beş ayrı otostop ve beklemelerle birlikte beş saatte kat ederek helikoptere ulaştım. Vardığımda kalkmak üzereydi. Motor çalıştırılmış, paller dönmeye yeni başlamıştı. Şansım yaver gitmişti. Binemeseydim belki de havada iken başka bir yangına yönlendirecekler ve onlardan ayrı kalacaktım.  Gerçi B ve hatta C planım vardı. Ama her zaman A planı açık ara en iyisidir.



 

Akşama kadar onlarla birlikte oldum. Her iki saatte bir yakıt almak için iniyor, yaklaşık yarım saat sonra tekrar havalanıyorduk. Gün batımına doğru Düzlerçamı’na yöneldiğimizde yangın hâlâ canının çektiğini yapıyordu. Yüzlerce insan, gece olunca yangının yavaşlayacağı umudundaydı.

Helikopter gece konaklayacağı Düzlerçamı’ndaki tesise indiğinde, helikopter ekibi bir kenara çekilip günün uçuş süresi, yakılan yakıt miktarı vb. notları tutanaklara geçirmeye başladı. O sırada, merkez gece kalınacak oteli ayarlıyordu. Bir personel ise helikopterin uçuş sonrası kontrollerini yapmak, palleri sabitlemek gibi işlerle meşguldü. Elini çabuk tutmalıydı; çünkü şehre gidilecek, otele yerleşilecek, yemek yenilecek, tekrar otele dönülecek, duş alınıp uyumak üzere yatağa girilecekti. Bu ancak gece yarısı olabiliyordu. Sabah ise gün doğumunda tekrar havalanmış olmaları gerekiyordu. O nedenle en geç 04.30’da uyanmaları gerekiyordu.

Onlar şehre gitmek için hazırlıklarını yaparken ben pistin hemen yanındaki acil müdahale timlerinin sürekli nöbet tuttukları binadaki koğuşları gözüme kestirmiştim.  



Ekipler yangındaydılar. Yataklar boştu. Helikopterdeki orman görevlisi Mehmet Gökpınar’a dedim ki “Gel bu gece burada kalalım”. Baktı, gülümsedi ve “ Sivrisinek var mıdır” diye sordu. Ve ekledi “gerçi otelde de vardır”... Ben “Belki cibinlik vardır” dedim. O “Tamam o zaman” dedi. Ekipler Lara’daki bir otele gittiler. Bizse yürüme mesafesindeki lokantaya gidip karnımızı doyurduk. Üstüne de birkaç bardak çay içtik.

 

Sonra gelip yattık. Sivrisinek falan yoktu. Biz ekipten iki saat daha fazla uyumuştuk…

Tekrar yangın sahasına gitmek için havalandığımızda güneş henüz gözükmemişti. O gün akşama kadar onlarla birlikte havadaydım. O günkü son yakıt molasında onlardan ayrıldım. Bana bir araç bulmuştular. Yerden devam edecektim.



Helikopter yakıtını alıp yükseldiğinde arkalarından baktım ve pilot Rustam’ı düşündüm. O gün doğumundan gün batımına kadar uçup, sadece yakıt alırken yarım saat dinlenebiliyordu. Bazen bir havaalanında, bazen OGM’nin bir tesisinde bazen de bir tarlanın kenarında… Uçuş esnasında kendisine bildirilen hedeflere uygun yükseklikte yaklaşıp, suyun boşalmasına bakmak zorundaydı. Yangını takip ediyor pilotlar arasındaki konuşulanları dinliyordu. Su boşaldığında hafifleyen helikopterin ani yükselmesine dikkat ederek su almak üzere tekrar havuza yöneliyordu. Su aldığı gölde veya havuzda bambi bir şeye takılmamalıydı. Havuzdan ayrılırken de ani yük binmesine dikkat etmeliydi. Su almış olarak yangına gidiyorken enerji nakil hatlarını, hava trafiğini ve kokpit içindeki bir dünya göstergeyi takip ediyordu. Neticede uçuş esnasında fiziksel ve zihinsel olarak hiç boş durmuyordu. Pürdikkat kesilmek zorundaydı. İşi İstanbul trafiğinde araba sürmekten çok daha zordu. Tüm bunları yaparken altında 20-25m uzunluğundaki halatın ucunda asılı olan 2.5 ton su taşıyan bambiyi unutmamalıydı. Bir yere takılması demek kırım demekti. Kırımsa ölüm…  



Havalandılar. Her yeri toz duman kapladı. Yangına doğru gittiler ve kayboldular.

Bense arabaya bindim ve şoföre dedim ki “Bak şu karşı dağda duman çıkan yeri görüyor musun? Beni oraya götür.” diyerek arka koltukta çantamı yastık yaptım.



Tam uykuya dalacaktım ki  Rustam aklıma düştü birden. Acaba her şey yolunda mıydı?

O an bir ses duydum. Ya da bana öyle geldi.

-Haraşo*

(*) Sıkıntı yok. J

 

NOT: Son beş satır kurmacadır…