“Ormandaki Ateş”in Peşinde
2008 Temmuz sonunda, Denizli’de konuşlu helikopterle
Çanakkale-İntepe yangınına gitmiştik. Helikopterimiz Demir Perde ülkelerinden
kiralanmıştı ve pilotu da Rustam isimli bir Rus’tu.
İlk gün iki saat çalışıp güneş batarken havaalanına indik. Helikopter
ekibi otele gitti, ben ise yangın sahasına. Gece boyu yangın söndürme ekipleriyle
birlikte oldum. Kimi şerit açtı, kimisiyse hortumla yanmakta olan yerleri
söndürdüler. Geceleri sıcaklık düşer, nem artar, hatta bazen çiğ düşer. Eğer
rüzgâr da kesilmişse yangın adeta uyur.
Gündüz oraya buraya
saldıran o alevlerin ertesi sabah uyanmak üzere nasıl sindiğini görür, hayret
edersiniz. Hatta söndü sanırsınız. Buna hiçbir yangıncı inanmaz; onlar yangının
öldürülme vaktinin böyle geceler olduğunu bilirler. Esasında gündüz yapılan
mücadele, yangını geceye yorgun çıkarmak içindir. Bu seferde öyle oldu. Gece
boyu uyur vaziyetteki yangını suyla dövdüler. Her şey planlandığı gibiydi.
Sabahleyin yalnızca birkaç yerde duman tütüyordu. O dumanlar tehlikeliydi; saat
dokuz gibi güneş yükselip rüzgâr esmeye başladığında yeniden canlanabilirdi.
Ben, yangının biteceğini tahmin edip Denizli kodlu helikopteri gün doğumundan
önce havaalanında buldum ve bindim. Saat 10.00’a kadar duman tüten riskli yerlere
su attık. Artık yangının tekrar canlanma ihtimali kalmamıştı. Beklediğimiz
komut çok gecikmeden geldi “Çanakkale dışından gelen helikopterler teşekkür
ederiz. Görev mahallinize dönebilirsiniz” Bir an evvel Denizli’ye gitmeliydik.
Başka bir yerde yangın çıkmadan biraz dinlenmeye ihtiyacımız vardı.
Yakıt
alıp dönüşe geçtik. Yorulmuştum, uykusuzdum. Helikopterin içinde ekibin
kullandığı sünger bir yatak vardı. Su taşıyan plastik torbayı ( bambi) kullanan
teknisyen bunun üstüne yatıyor ve sonra kapıyı açıyordu. Sonra kafasını dışarı
çıkarıp yangını izliyor, helikopter alevlere yaklaştığında uygun anda düğmeye
basıyor ve suyu boşaltıyordu. Onun altındaki bu sünger bir kenarda duruyordu.
Alıp zemine serdim ve üzerine uzandım. Helikopter beşik gibiydi. Ancak bir fark
vardı, bebeğini her yöne sallıyordu. Biraz sert ve en çokta aşağı yukarı... J Yukarıdaki dört adet Pal (döner kanatlar) ise ‘pat pat pat pat’ diye ninni söylüyordu. Hemen
uyumuşum.
Bir ara motorun ‘tısss’ sesiyle uyandım. İndiği zaman motor durmaya doğru bu
sesi çıkarıyordu. Akhisar’da yakıt almaya inmiştik. Ben uyumaya devam ettim.
Uyandığımda Denizli’ye gelmek üzereydik. İneceğimiz piste yaklaşınca bir
gariplik fark ettim. Aşağıda 15-20 işçiden oluşan yer ekibi sarı kıyafetleriyle
bizi bekliyordu. İndik, onları aldık ve başka bir yangına doğru devam ettik.
Beş gün sürecek olan 2008 Serik-Taşağıl yangını başlamıştı. O zamanlar
henüz sosyal medya yoktu. Gideceğimiz yeri yolda öğrendik, ama bizi neyin
beklediğini bilmiyorduk. Yaklaştığımızda dehşete kapıldık; hiçbirimiz bu
büyüklükte bir yangın görmemiştik.
Rus pilota baktığımda onu’da kaygılı gördüm. Helikopter bizi yangına 7–8 km
mesafedeki bir tarlaya bıraktı. Hava rüzgârlı ve kuruydu.
Tırmık, motorlu testere ve diğer malzemeleriyle
helikopterden hızla inen ekiplere telefonla iletilen emir ilginçti: “Gökten yağan kıvılcımların çıkardığı yangınlar dumanları tütmeye
başlar başlamaz söndürülecek…”
O esnada Karataş köyünün kuzeyindeki tepede, Karabük Orman
İşletme Şefliği’nin ormanlarının yaklaşık 3 bin hektarlık bölümü, %8–10 rutubet
taşıyan şiddetli rüzgâr altında yanıyordu.
Ben
ekipten ayrıldım ve yangın komuta merkezine gittim. Gece olmuştu. Boşaltılması
gereken köylerin isimleri güvenlik güçlerine bildirilmiş, değerlendirmeler
yapılıyordu. Gece yarısına doğru yanmakta olan Karataş köyüne yürüyerek gittim.
Kimse yoktu; her ev yanıyordu. Uçuşan kıvılcımlar, ormana ya da ağaçlara uzak
olsalar bile tüm evlerde yangın çıkarmıştı. Çatı saçaklarındaki boşluklar ile
evlerin bodrumlarına, duvar diplerine ve etrafına konulan ot ve odun yığınları,
kıvılcımların işini kolaylaştırmıştı.
Sonra dönüp komuta merkezine geri geldim. Dozer getiren bir
tırın dorsesinde iki saat kadar uyudum. Uyandığımda gün henüz aydınlanıyordu.
Tekrar gece yanan Karataş köyüne gittim ve saat 09.00’a kadar orada kaldım.
Yangın çok büyüktü ve ben bir şey yapamıyordum. Aracım
yoktu. Bu yüzden helikoptere binmeye karar verdim. Alo177’yi arayıp
helikopterlerin nerede yakıt aldıklarını sordum. Karabük köyü’ne yakın bir
tarlayı tarif ettiler. 50 km’lik mesafeyi, beş ayrı otostop ve beklemelerle
birlikte beş saatte kat ederek helikoptere ulaştım. Vardığımda kalkmak
üzereydi. Motor çalıştırılmış, paller dönmeye yeni başlamıştı. Şansım yaver
gitmişti. Binemeseydim belki de havada iken başka bir yangına yönlendirecekler
ve onlardan ayrı kalacaktım. Gerçi B ve
hatta C planım vardı. Ama her zaman A planı açık ara en iyisidir.
Akşama kadar onlarla birlikte oldum. Her iki saatte bir yakıt
almak için iniyor, yaklaşık yarım saat sonra tekrar havalanıyorduk. Gün
batımına doğru Düzlerçamı’na yöneldiğimizde yangın hâlâ canının çektiğini
yapıyordu. Yüzlerce insan, gece olunca yangının yavaşlayacağı umudundaydı.
Helikopter gece konaklayacağı Düzlerçamı’ndaki tesise indiğinde, helikopter
ekibi bir kenara çekilip günün uçuş süresi, yakılan yakıt miktarı vb. notları
tutanaklara geçirmeye başladı. O sırada, merkez gece kalınacak oteli
ayarlıyordu. Bir personel ise helikopterin uçuş sonrası kontrollerini yapmak,
palleri sabitlemek gibi işlerle meşguldü. Elini çabuk tutmalıydı; çünkü şehre
gidilecek, otele yerleşilecek, yemek yenilecek, tekrar otele dönülecek, duş
alınıp uyumak üzere yatağa girilecekti. Bu ancak gece yarısı olabiliyordu.
Sabah ise gün doğumunda tekrar havalanmış olmaları gerekiyordu. O nedenle en
geç 04.30’da uyanmaları gerekiyordu.
Onlar şehre gitmek için hazırlıklarını yaparken ben pistin hemen yanındaki acil müdahale timlerinin sürekli nöbet tuttukları binadaki koğuşları gözüme kestirmiştim.
Ekipler yangındaydılar. Yataklar boştu. Helikopterdeki orman
görevlisi Mehmet Gökpınar’a dedim ki “Gel bu gece burada kalalım”. Baktı,
gülümsedi ve “ Sivrisinek var mıdır” diye sordu. Ve ekledi “gerçi otelde de
vardır”... Ben “Belki cibinlik vardır” dedim. O “Tamam o zaman” dedi. Ekipler Lara’daki
bir otele gittiler. Bizse yürüme mesafesindeki lokantaya gidip karnımızı
doyurduk. Üstüne de birkaç bardak çay içtik.
Sonra gelip yattık. Sivrisinek falan yoktu. Biz ekipten iki saat
daha fazla uyumuştuk…
Tekrar yangın sahasına gitmek için havalandığımızda güneş henüz
gözükmemişti. O gün akşama kadar onlarla birlikte havadaydım. O günkü son yakıt
molasında onlardan ayrıldım. Bana bir araç bulmuştular. Yerden devam edecektim.
Helikopter yakıtını alıp yükseldiğinde arkalarından baktım ve pilot
Rustam’ı düşündüm. O gün doğumundan gün batımına kadar uçup, sadece yakıt
alırken yarım saat dinlenebiliyordu. Bazen bir havaalanında, bazen OGM’nin bir
tesisinde bazen de bir tarlanın kenarında… Uçuş esnasında kendisine bildirilen
hedeflere uygun yükseklikte yaklaşıp, suyun boşalmasına bakmak zorundaydı. Yangını
takip ediyor pilotlar arasındaki konuşulanları dinliyordu. Su boşaldığında
hafifleyen helikopterin ani yükselmesine dikkat ederek su almak üzere tekrar
havuza yöneliyordu. Su aldığı gölde veya havuzda bambi bir şeye takılmamalıydı.
Havuzdan ayrılırken de ani yük binmesine dikkat etmeliydi. Su almış olarak
yangına gidiyorken enerji nakil hatlarını, hava trafiğini ve kokpit içindeki
bir dünya göstergeyi takip ediyordu. Neticede uçuş esnasında fiziksel ve
zihinsel olarak hiç boş durmuyordu. Pürdikkat kesilmek zorundaydı. İşi İstanbul
trafiğinde araba sürmekten çok daha zordu. Tüm bunları yaparken altında 20-25m
uzunluğundaki halatın ucunda asılı olan 2.5 ton su taşıyan bambiyi
unutmamalıydı. Bir yere takılması demek kırım demekti. Kırımsa ölüm…
Havalandılar. Her yeri toz duman kapladı. Yangına doğru gittiler
ve kayboldular.
Bense arabaya bindim ve şoföre dedim ki “Bak şu karşı dağda duman
çıkan yeri görüyor musun? Beni oraya götür.” diyerek arka koltukta çantamı
yastık yaptım.
Tam uykuya dalacaktım ki Rustam aklıma düştü birden. Acaba her şey
yolunda mıydı?
O an bir ses duydum. Ya da bana öyle geldi.
-Haraşo*
(*) Sıkıntı yok. J
NOT: Son beş satır kurmacadır…